Ezelde sonsuz bir iç çektim ve ebede dek oflayacağım.
Ağabey,
En tepeden aşağı ölgün bir yılkı gibi serilen yeşilin mahmurluğunda, o sanki inatla bitmeyen, boğaz parçalayıcı çığlıklarla bezenmiş ömürlerin tüm bitkinliğini alıp götürmeye muktedir bir anlık dingin imgenin içinde ölene dek kalmak istiyordum. Bu defa, olmayacağını bildiğin fakat yine de istediğin, eğri büğrü ve yozlaşmış kelimeleri kırık dişlerle düzelterek karanlığı anlatmak istediğin, o denli kör bir karanlığın içinde kimi zaman sırf kendi varlığını dâhi unutmamak adına algılar ötesindeki bilincine sımsıkı sarılmak istediğin, bu çaresiz tavır içinde, yazma hevesiyle dolu değilken ve uyursa öleceğinden korkan ama asıl korktuğu yaşadığının farkında olma hâlini bir an için bile yitirmek olan bir silüetin odasında onun uykuya dalmasını beklerken daralan nefesimi pencereyi açarak rahatlatmanın altındaki sisli düşüncelerle yazıyorum. Eve dönerken, yol üstünde bir bakkala uğradım ve sigara istedim, arkasındaki rafa uzanmak için döndü, ya Allah diye mırıldandı belli belirsiz, üşüdüm ve ben de ne çok Allah diyorum dedim kendi kendime, ne çok aşk diyorum, öylesine okkalı cümlelerim yok hayat hakkında fakat ne çok hayat diyorum, doğrusu üzerinde yaşanmışlığa dair bir iz bulunmayan boşlukları olduğu gibi kabul edebilmekle alıp veremediğim nedir bilmiyorum, oysa ölülerimi gömebileceğim bir boşluk bile kalmadı bana ayrılmış alan dahilinde, aşk diyorum çünkü sessizliği arzuladığım çağda, sokakta hırsla bir şeyler tartışan neşeli çocuk sesleri aşk. Açıkçası iyi ve yerli yerinde olan her zaman doğru teli tıngırdatmıyor insan kalbinde. Hayat diyorum, hayat dediğin Allah ve aşkın sınırında zambaklar toplamaktır diyor babam, sonuçta ondan geldik diye başlayan cümlelerle devam ediyor, öyleyse zambakların da bir ismi olmalı, doğrudur baba diyorum, sonuçta ondan geldik ve kafamdan geçirdiklerimi duyamıyor diye kızmaya hakkım yok hiç kimseye, bilmelisin ki ona dönmeye dair bütün ipuçlarımı yitirdiğimde zambaklara Hazar denilecek, fakat hiç yoktan, kıvıl kıvıl sesler duyduğumda en yakınımdaki çöp kovasına kusmaya hakkım olmalı, sessizlik hak edilen bir şey midir yoksa insan doğduğu an mı hak eder bunu, ya da en yakın çöp kovasına kustuğu vakit insan, üstelik yaşamın hiçbir dinamiği öyle afilli bir krizin içinde değilken, ona Allah ve aşkın sınırında toplanmış bir zambak ve istediği ismi koyma hakkı verilmeli, gel gör ki artık, yaşamın bütün dinamikleri ciddi bir krizin içinde; edebiyat, toplu ulaşım ve yalnızlığı bir kum tanesi kadar indirgemek, sevgili dostum, bana göstermelisin en yakın çöp kovasının nerede olduğunu, ve sormalısın onlara, zambak istemiyoruz artık, yeni yeni isimler istemiyoruz, sonsuz bir sessizlik versinler bize, söyle onlara, yeterince kısa bir ritimden arda kalanları istiyoruz, kısa olsun, kısası kalmamış diyor bakkal, uzununu vereyim mi?
Şimdi sen, hepimiz bir anlığına başka bir yerde ortaya çıkıp da karlı dağların yeryüzündeki ifadelerine hayranlık sayfaları yazıyorken, bir kez daha garip bir hüzünle dolup taşıyor olmalısın. Bir kez daha. Garib olmalı cevabın insanlar nasıl olduğunu sordukları zaman. Zirâ, farkında olmadan ve mırıldanır gibi, garibim Hazar diye sayıklıyordun. Otlar kurumuştu. İçten içe korkuyordum çünkü ağzımızdaki cümleler, daha az önce anne dayağı yemiş bir çocuğun gözleriyle bize bakan cümleler, haylaz uçkunlar halinde sıçrarsa ağzımızdan, ortalığı yok yere yakabilirdik. Bu yüzden, açık açık söylemediğimiz ama hakikaten sımsıkı sarıldığımız bir temkinlik içindeydik. Nihayetinde, şehrin en güzel yeri ödülünü senelerdir bu mezarlığa veriyor ve saygı duyuyorduk, hem de bunun hiçbir alt metni, hiçbir edebi uzantısı, bir yansıması yoktu eve dönünce çarpıntıları yavaşlayacak olan kalplerimizde. Orada öyle her zamanki gibi sessizce, yumuşak esen bir rüzgarın ritmine ayak uydurup sağa sola sallanan buğday başakları gibi otururken, dilimin ucuna, yıllardır anlatmak isteyip de bir türlü hatırlayamadığım o hikâye gelmişti, iki derviş ile dört meleğin hikayesi. Gözlerinin solumuzdaki hisara daldığını görünce vazgeçtim bundan. O an için bunu hissettiren neydi bilmiyorum, sanırım başka şeyler konuşmamız gerekiyordu. Bu tuhaf eylemin, konuşmanın böyle mecburi bir külfete evrildiği zamanlarda zorlanırdık, ikimiz de çocukluktan beri böyleyiz işte, anlatmanın ve dinlemenin, masanın üzerinde sadece birer seçenek olarak kalması gerektiğine dair inançlar kuşanmışız. Gözlerini hisardan ayırmadan, Halit yürüyebiliyor mu adamakıllı diyerek bindiğimiz sessizlik dalını kesince sen, ben de o sırada ayakkabımın topuğuyla toprağın kuruluğundan istifade edip anlamsız şeyler çiziyorken yere, Halit ve kuru toprak arasında bir bağ kurmaya çalıştım. Evet, yürüyor. Hâlbuki sen hisarı izliyordun, Halit nereden geldi aklına şimdi, demişti ki bir keresinde, yüksek bir yerden dünyayı izliyoruz galiba Safâ, sanırım haklı, yüksek bir yerden dünyayı izliyoruz galiba Hazar, bunu duyunca ben de kafamı çevirip hisara baktım, sahiden o gözle bakılınca heybeti büsbütün çarpıyordu. Kendimi bildim bileli yüksekten fazlaca korktuğumdan ve dediğin gibi yüksek bir yerden dünyayı izliyorsak bizler, belki de dünyaya böylesine dikenli korkularla yaklaşıyor olmam buna dayanıyordur diye düşündüm. Yine de bununla yetinmemeli. Bir zamanlar, yüksek bir yerden düştükten sonra ölmemiş ama diline vurmuş bir dervişin, gevezeliği tutmuş. Konuştukça, yıllar yılı susarak eriştiği mertebesini kaybetmeye başlamış. O jargonda kalp gözü olarak kavram bulan meziyeti günbegün silikleşen dervişin, herkeste olan, bazı bazı ne menem belaları sahiplerinin başlarına saran iki dünya gözü daha kuvvetli çalışmaya başlamış. Etrafını artık bu dünya gözleriyle görmeye başlayan derviş, anlatsam hikâyeyi uzatmaktan başka bir şeye yaramayacak onlarca tumturaklı çelişkiyi de şöyle güzelce yaşadıktan sonra, bir de ne görsün, meğer insanlar kendisini eskiden bir derviş değil, susarak minyatür bir tanrı olmaya uğraşan çelimsiz bir avâre, kendisini diğerlerinin asla ulaşamayacağı o farâzi noktaya sabitlemeye çalışan bir aylak ya da anlam yoksunu bir sahtekârın bunu gizlemek adına anlamsızlık zırhını kuşanması olarak görüyorlarmış. Az gitmiş uz gitmiş, hep bunu düşünmüş bizim eski derviş. Ne yeryüzünün hayranlık uyandırıcı manzaraları, ne bahçelerde bağlarda yediği sulu sulu haramlar, ne de yüksek bir yerden düşüp de dervişliğini kaybetmenin kendisinde uyandırması gereken duyguya dair hiçbir şey bilmiyor olması susturabilmiş zihnini. Kimi zaman, konakladığı yerlerde karşısına çıkan yabancılara içli içli, aslında eskiden olsa bunu düşünmeye vakit ayırmazdım, aklımın ucundan bile geçmezdi fakat şimdi hakikaten bir önemi olduğunu hissediyorum diğer insanların zihinlerindeki ifademin ve bunu yeni yeni tadıyorum, demiş. İnsanların beni bir derviş olarak görmemesi, senelerdir aslında bir derviş olmadığım anlamına mı gelir yoksa dervişlik müessesi insanları ilgilendirmez de zaten, Allah ile aramdaki yeter mi, fakat bugün için Allah ile de bağlarım eskisi kadar güçlü değil, neye inanmalı? Dervişliği hiç tatmamış olanlar, cevabı çok basit olanları hep soru sanıyorlarmış; karşımdaki bir soru sordu ve buna mukabil bir cevabım olmalı diyor, kafalarının kimi süzgeçlerinden geçiriyor ve bunun cevabı budur diyorlar. Yabancılar, biraz da yabancı olmanın sağladığı açık sözlülükle, yine yabancı olmanın destur almayı gerektirdiği uzaklıkta, gözlerini şöyle büyük büyük açarak ve dudaklarını hafifçe öne çekip durumu biraz tarttıktan sonra, sen garip bir yolcusun, derlermiş sadece. Bunu her duyduğunda kafası yeniden karışırmış bizim derviş eskisinin. Garip ne demek, yıllardır garip olan bir şeyle münasebeti olmamış ki, sözgelimi bazen uykularında yedi kat semânın ilk birkaçında istediği gibi gezebilme özgürlüğüne sahip olması, birçok âlemin pek az dervişçe bilinen sırlarına vâkıf olması, bütün bunların sonucu olarak hayatının tek bir an içine sıkıştırılmış poetik bir yoğunluktan ibaret olması bile garip şeyler sayılmazmış onun için. Zaman zaman yaratıcısının yüceliğini zikretmek için çıktığı o küçük bahçe olmasa, görmese orada birkaç körpe mûrit, ona dışarıda seyrek mi seyrek dünyalar olduğunu unutturacak bir yoğunlukmuş bu. Her şeyi, bütün her şeyi içine sıkıştırmış olana garip kelimesi ne ifade edebilir? Yine de öyle görünüyor ki bu denli bir yoğunluk, bu derece uçgun bir ahvâl bile, yüksek bir yerden düştüğü vakit insan darmadağın olup kaybolabiliyor, nihayetinde içine ne sıkıştırırsan sıkıştır insan kalbidir, kendinden başkasının da var olduğu gerçeğinin üzüntüsünü ve hatta başkaları var diye ben varımdır şüphesini dindirmeye çalışan; arkaik bir baş dönmesinden kaynağını bulmuş ince bir ritimdir o, dervişler ise susup dinlemeyi bilirler bu ritmi. Bizim derviş eskimiz ise, işte böyle böyle duyumsuyorken yolların ve keçiyollarının sapalıklarını, Allah bilir yollar onu nasıl duyumsuyorken, aklında âşina olmadığı bir dünyanın kavramları, korkuları, yalnızlıkları ve yorgunluğuyla gide gide, dışarıdan en bayağı tabiriyle çılgın bir kurak ile boğuşuyor gibi gördüğümüz ve misafirini kaba saba karşılayan bir ormanlık yolundan geçerken karşıdan kendisine doğru yaklaşan belirsiz silüeti görene kadar durmamış. Şurada oturup soluklanayım, karşıdan gelene dervişlik, insanlık ve Allah sınırlarını sorarken nefes nefese kalmayayım, diye düşünmüş sonra. Kupkuru ve dümdüz uzanan kavaklardan birinin altına çöküvermiş. Oturup biraz dinlenince, şu karşıdan gelen silüet gibi belli belirsiz, yavan ve ipince bir su sesi gelmiş kulağına. Hayret yahu demiş, madem bu ormanda bir dere var, niye böylesine kupkuru her şey? Sonra bir daha hayret demiş, dervişliğinden beri ilk kez bir şeye şaşırmaktaymış çünkü. Artık belki, garip ne demek anlayabilir. Belki de daha çok yolu var. Sonra, eline bir avuç toprak geçirivermiş, sahiden de kupkuru, ürpertiyor insanı dokununca bıraktığı his. Bu yepyeni tadı, hayretin tadını benimsemeye çalışırken bizimki, silüet de iyice yaklaşmış, artık belli belirsiz değil, seçilebiliyor, normal bir insan biçiminde işte. Ayağa kalkıp selam vermiş eski derviş, sonra hiç uzatmadan, yolcu demiş, ben eskiden bir derviş idim, doğrusu kendimi öyle bellemiştim fakat insanlarca bambaşka bir yerdeymişim, şimdi deyiver bana, ben hiç derviş olmadım mı? Silüet evvela kafasını kaldırıp yüksek kavaklara şöyle bir göz gezdirmiş. Bizimki o sırada bekliyormuş ki, bu yabancı da kendisine garip diyecek. Su sesini işitiyor musun, diye sormuş silüet. İşitirim de hikmetini çözemedim. Silüet sanki duymazlıktan geliyor gibi, kafasını yukarıdan hiç kaldırmadan, bir yandan derin nefesler çekiyor içine ve bir yandan da dudaklarını bir şeyler söylemeye hazırlama telaşı henüz son bulmamışken, demek eski bir dervişin demiş, ben de insan idim, şimdi dervişliğe giderim, bu uzun kavakları da nicedir rüyamda görüyordum, hatta suyun sesini de duyuyordum, o alemde merak ederdim suyun nerede olduğunu, şimdi bu alemde görüyorum suyun nerede olduğunu, suyun ne demek olduğunu. Kafası hepten karışmış bizimkinin. İçinden, keşke bu yabancı da garip diyip geçseydi, demiş. Şimdi ne cevap verecek? Hikayemizin silüeti, derviş olmak üzere yola çıkmış olan, anlamış eski dervişin zihnindeki bulanıklığı. Sormasını beklemeden söylemiş. Sen eski bir derviş isen, ben de derviş olmak için gidiyorsam, ikimizin karşılaştığı yerde elbette toprak kuruyacak, kuşlar uzaklara kaçacak ve ağaçlara kendi kökleri yük olacak, ormanın binlerce yıllık deresi öyle hızlı kurayacak ki sesini bir süre daha duyacağız. Böylesi bir karşılaşmayı içine sindirebilecek yeryüzü yoktur. Cilve-i rabbâni karşılaştıksa, ikimizin de yolculuğu mübarek olsun.
Hikâyeyi bu mektup için burada durduracağım. İki derviş ile dört meleğin hikayesi, vakti geldikçe, neler olup bittiğini bizlere anlattıracak. Gel gelelim ki orada olduğu gibi, burada da birçok şey olup bitiyor yine. Gözlerimiz bir yerlere dalıp giderken, kafalarımızı bir yönden türlü duygularla başka bir yöne çevirirken, kimi geceler uyumak için çok kalabalık geceler olduğunda ve kimilerinde ölümü kabullenmek üzere olan bir adağın yalnızlığıyla uyurken, birçok şey olup bitiyor. Ben ise bir mağaraya çekilmiş, geriye neyin kaldığını, ne ile ve nasıl devam edilebileceğini düşünüyorum. Aklıma, bir mezar sandukasına işlenip de bin yıl sonra karşıma çıkan Farsça bir şiirin son iki dizesi gelip duruyor: Bu dünyanın bir ibret yeri olmadığına inanıyorsan söyle / Burada yatan nerede? Sonra yine, ölümcül çaresizliğimle sana yazıyorum. Ve sonra, yumruğumu sıkıp sokaklara atıldığımda, bütün kardeşlerimle beraber bir tirana tiran diyebilmek adına ve sesimizin seslere katılması için, bazense ellerim sakince ceplerimde sokaklarda yürüyor olayım diye öylesine, hâlâ ibret alınacakları göremediğim için kendime, göstermedikleri için gökten inmek üzere hazır ve nâzır olanlara kızıyorum. Çünkü günler soğuk ve karanlık başlıyor kardeşim. Günlerin içinde yaptığımız hiçbir şey kendimizi daha iyi hissetmek adına yapılmıyor, hâl böyleyken günlük hayatlar yaşadığımızı söylediğimizde, hep biraz yalan söylemiş oluyoruz esasen. Birbirine bakan iki ayna sonsuzluk doğuruyor, işte her sabah yüzlerimizi yıkarken evimizin ortasına çöküp kalan bu. Yıllar yılı telaşla dişlenmekten tırnaksız kalmış ellerin senin, kırlaşmış ve kırılmış saçların, bir masaya çöküp kaldığımızda tepenin ardındaki dolunayı hep aynı hüzünle izleyişin, birbirimize takılırken dahi çekip gitmeye yeltenmeyen garibliğimiz, gurbetliğimiz, kırgınlığımız bana bir şeyler anlatıyor. Göğsüme değen büyücülerin ellerini daha sıkı bastırıyorum; Pärt’ın, Anoice’in, Youssef’in. Bütün acı budalalarının, sahteliği dişlerimizi titreten cümlelerin içinde, insanların küçük ama gerçek acılarını ayırt etme telaşına sahip olanlar, kardeş göğüslerindeki parklara konuk oluyoruz kendimizce. El ele veriyoruz, birimizin ağrısını hepimiz sahiplenelim diye. Zaman böyle böyle geçip gidiyor sevgili dostum, artık, kendi içimizdeki boşluklara yayılabildiğimiz ölçüde nefes alabileceğiz. Her türlü nicelikten sıyrılarak bakmamız gerekecek bu duruma. Hadi öyleyse, ölülerimizi bir şekilde gömelim ve diyelim ki, bu dünya bir ibret yeridir işte, denileni dinleyiniz, hayat bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir, hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız, hâlâ kalbinizi bu oyalanmalarda esrik kibirlerin paslatmasına izin mi vereceksiniz? Oysa bütün bu denilenler ve bizim cümlelerimiz, yarınların da var olduğu gerçeğiyle hızlıca çürüyüp gidecek. Sorularımız cevapsız, ünlemlerimiz karanlık çukurların diplerinde sahipsiz kalacak.
Ağabey,
Bu gece, iyinin ve kötünün ötesinde, kaybedilmiş zamanların getirdiği karanlıklarda ben, tüm samimiyetimle ve içten, herkes adına üzgünüm. Çünkü ne yaparsak yapalım, içine bağırdığımız kimin kuyusu olursa olsun, geriye her zaman, geriye neyin kaldığını düşündüğümüz biricik mağaralarımız kalıyor.
Ahmet Hazar Ertaç
4/21