isrâfil olmak ve geriye kalanlar

  1. gün

Belki de bir günden, bazı günlerden, birbirine benzeyen ve iç içe geçmiş günlerden bahsetmeliyim. Erken çöken bir karanlıkta, gökyüzünü ağır ağır kapatmış bulutların ve ağır ağır yağan bir karın altında kaldığım bir günden de olabilir. Bir yanımda bir kara kedi ve diğer yanımda annelerin mezarı. Beyazın tül gibi örttüğü ağaçları seyrederek bekliyordum. İsrâfil olmayı ve her an elimdeki boynuzu üfleyecekmiş gibi, çünkü ellerim titrek, ölüm ve ölmek kelimelerini kafama takmış sürekli bir titreme anında beliren aydınlanmayı yahut bir sorunun peşinden koşabilmeyi bekliyordum. Aşiyan Mezarlığı’nda bekçiler tarafından dahi terk edilmiş ve kalabalığın fark edemeyeceği bir tepede oturuyordum. Deniz aceleyle bir o yana bir bu yana koşturuyordu, zihnimde yine cevaplamak istediğim bir geleceğin, cevaplamak istediğim geçmişin ve şimdiyi unutarak, sorularını biriktirmiştim. Anneme ayıp olmasın diye cigarayı binbaşının mezarının ucuna dayanıp içiyordum. Kendimle konuşmalarımı daha az delireyim diye onunla paylaşıyordum. Karanlık erken çökmüş, Anadolu ince bir sisin ardında ışıklarını yakmıştı. Çenemi yumruğuma yaslamış insanlardan biraz olsun uzak olmanın da getirdiği ferahlıkla alacağım kararların bir sonraki yaşam diliminde nelere isabet edeceğini ve sebebiyet vereceğini hesaplamaya çalıştım. Bir kara kedi, huzursuz ve vahşiliğini ölülerin cevapsızlığından alan bir kara kedi. Son gelişimde birbirimize biraz kızdığımız ve sataştığımız için mermerin üzerinde birikmiş karda küçük adımlar atıp gövdeme sürtünüyor, gönlümü almaya çalışıyordu. Ben de bu gönül almaya karşın cebime birkaç paket ıslak mama koymuştum. Kulaklığımı çıkartıp telefonu mermerin üzerinde koydum. Birlikte müzik dinlemeye başladık. Unutmadım, dedim, elimi, bileğimi paramparça ettin. Göbeğini kara yaymış yan yan yatarken tıslayınca, tamam ulan ne tıslıyorsun, getirdik işte mamanı, dedim. Mamaları cebimden çıkartıp yırttım, sonra binbaşının üzerin koydum. Binbaşının mezarı Aşiyan’ın Anadolu Hisarı’na bakan tarafında ağaçların tepenin altında kaldığı ve iki adım sonrasına bastığın zaman tepetaklak olacağın çalılarla kaplı olan yamaçtaydı. O yemeğini denize karşı yerken ben de tabakadan bir tütün sardım. Cigaradan üç nefes daha çekip, hiçbir şey düşünemeyecek kıvama gelince çantamdan evde hazırladığım sıcak şarabı çıkartıp yavaş yavaş yudumladım. Soğuk hafiften ısınmaya başlamıştı. Ağır ağır yağan karın altında bir yere ait olmayı düşledim. Yaşadıklarımı düşünerek durdum orada, babama, yazar olacağım ben, dediğim zamanlardaki evden kovulmalarım, annemin sessiz ağıtlarına karşı doğru bildiğim neyse onu yapmam, ağabeyimin bütün değerlerimle alay etmesi; Oğuz Atay ve kaybettiğim kadınlar geldi aklıma. Fransızca’dan iki yıl kaldığımı, üniversite okumayı sevmediğimi, gölgesi yüzüme vuran günahları hatırladım. Gece yarısı başlayan sevişmelerin benim bir başkasına onun bir başkasına sarılarak uyuduğu sonları, sabah hiç tanımadığım yüzlere verdiğim yalan tebessümleri, aldığım yalan tebessümleri anımsadım. Teslim olmaya her çalıştığımda başkalarının dünyalarının üzerime giydirildiğini, acımadan yırttığım elbiseleri, bakirelere İtalyanca destanlar okuyup kendimi unuttuğum zamanları ansıdım. Bunları düşünürken hayata yeniden başlamak istedim, bu ağır ağır yağan karın ardında; ben de Adıyaman’a dönmek ve tıp okumak istedim. Ama bir kara kedi işte, yine tırnaklarını paltoma batırıp çıkarıyor, kendisiyle ilgilenmemi istiyordu. Bu seferde elimdeki şaraba tutulmuştu. Sen bunu içemezsin, boşa harcatma, dedim; Für Alina henüz çalmaya başlamıştı. Gövdeme sürtünürken birden omzuma zıplayıp meraklı kafasını şaraba doğru götürmeye başladı. Al yahu al, iki dakika duramadın, deyip termosun kapanı açtım. Ağzına doğru götürdüm. Hızlı hızlı koklayıp, mırlayıp, ufaktan bir dil attı. Sevememiş olacak ki kulağımın dibinde bir daha mırlayıp tekrar binbaşının üzerine zıpladı. Bir kara kedi işte, müziğin dibine gidip uzandı. Onun da Für Alina’yı sevdiğini biliyordum. Git gide kızıllaşan bulutlara doğru kafamı kaldırıp yarın gene hiçbir şey olmamış gibi yaşayacağım hayatımı ve neye karşı savaştığımı düşündüm ama bir cevap verebilecek kadar nefese sahip değildim. Dünyayı belki de burada bırakmalı ve çaresizlikten yaşamalıydım. Müzikte artık bitmiş olduğuna göre yavaş yavaş eve dönmeliydim. Eve dönmeli ve salona geçip kütüphanenin karşısında günah çıkartırken bir yandan müzik dinlemeye devam etmeli diğer yandan Ulus’a bakan penceremden karın ağır ağır yağışını seyretmeliydim. Bir kara kedi, keşke benimle gelmek istesen ve her ne kadar benim sessizliğe ve senin ilgiye ihtiyacın olsa da birbirimize sataşıp barışabilsek.

  1. gün

Yaşamak adına hep daha az ısrarcı oldum, bu teslimiyet; oysa her şeye isyan etmeye hazır bir bedendeyken, beni daha ıssız ve karanlık sokaklara itti. Ki bu fikrim bir gece yarısı girdiğim Tarlabaşı sokaklarından birinde sınanacaktı. İstanbul’a henüz geldiğim vakitlerde kendime yer yurt bulamamış, birkaç gece Beşiktaş’taki meydanda köprünün altında uyuklamış, birkaç gece Taksim’de bir barın üst katında kusmuk kokan yastıkta uyuyakalmıştım. Bazı geceler de hastanenin, ki hastaneler en nefret ettiğim yerlerdir, kantininde bayat kahve içip Tehlikeli Oyunlar’ı okumuş, sabah olmasını beklemiştim. Sonra Emirgan’ın üstlerinde evim diyebileceğim bir daire bulmuş henüz banyosu ve mutfağı yapılmamışken, hiç eşyası yokken taşınmıştım. İlk gece bir paltomu yere sermiş diğerini battaniye olarak kullanarak uyumuştum.

Bugün özyurdumda bir yabancı hayatı yaşayarak zamanımı geçiriyorum. Bana kuzeyde kalan odayı verdiler, yastık çocukluğum gibi kokuyor. Belki de unutulmuş bir çocukluk. Yere döşek attırdım ve gereksiz bütün eşyaları salona taşıttırdım. Annemle sadece bir duvarı siyaha boyamak ve benim de yaşamak isteyeceğim bir hayatın var olabileceği konusunda anlaşamıyoruz. Günler karanlığın ağır ağır çökmesiyle devam ediyor ağbi. Duvarı siyaha boyamadım. Onun yerine boydan boya perde çekilmiş, dağa bakan camı kullanıyorum. Babam da ayrı bir sessizlik içerisinde, ya ölürsek, dediğinde; üzülürüm ama ölümün gerçeklik olduğunu unutmam, dedim. Beni yine evden kovacaktı ama, dur artık, dedim. Kırlaşmış yüzüne bakıp inceden bir ürpertiyle, biraz hava alacağım, geldiğimde tartışmak istemiyorum artık, dedim. Odama geçip battaniye yaptığım uzun paltomu alıp, bir de şemsiye Adıyaman’da hiç bilmediğim sokaklara gitmek istedim; ama böyle bir durumun pek de mümkün olmadığını içten içe bilsem de kendime zaman tanımak istedim. Az da olsa nefes alabilmenin heyecanını taşıyordum. Yine ezberlediğim ve yıllar önce defalarca gidip geldiğim bir güzergahın başındaydım aslında. Yağmur yağıyordu, bozuk yollardan ve kaldırımdan geçerken suya batmamak için pür dikkatle adımlıyordum. Yine o sokak lambasının altına geldiğimde kafamı gökyüzüne kaldırıp yağmur damlalarının suratıma vurmasına izin verdim. Biraz nostalji ve biraz da geçen beş yılda kimliğime neler olduğunu görebilme merakı. Işığın ardından ve ışıktan düşen her çiziğin geçmiş günahların uzun gölgesinde büyüyen beni keserek, her kesiğin sızlattığı onlarca yaşanmışlıkla devam ettim. Zaten insan yaşıyor olduğu şimdiye yaşadığı geçmişi sürekli taşıyarak ve içten içe ansıyarak, yeniden doğabilecek gözlerle dünyayı görmeyi engellemez mi ve insan sevmek istediği şeye kendi geçmişinin günahlarını sıçratarak, benim burada tanıdığım günahlar var, deyip ağır ağır uzaklaşırken; oysa sevmek geçmiş sonbaharla bu sonbaharın iç içe geçtiği bir yerde, solgun bir alevin geceyi gördükçe heyecanlanıp harlamasında ve sevmeyi görev edinmiş bir tanrının, zamanın ötesine giden bir dervişin tasvirine göre saçları güneşe değdikçe sararan bir su perisinin peşinden koşarken onu, babasına ve anamıza kendisini kurtarmaları için yalvartacak kadar kendini kaybeden tanrının kalbindeki altın oku suçlayan gölgesizlerin abartısında değil midir; gibi romantik cümlelerin var olduğuna ve var olacağına yaslanıp, affetmek, affedilmek kelimelerinden habersiz bir şekilde zincirsiz bir yaşamın olduğuna inanmaya devam edip uzaklaştığı yerde zincirini geçmişinde büyüttüğü bir ağacın gölgesine bağlamaz mı? Şimdi ağbi, zannedilen ve zannettiğim o yolların birer anlamı olması için dinlediğim bir Arvo Pärt bestesiyle belki de en olmamam gereken yerde, bir kapının önündeyim. Hayatım boyunca affedilmek için çabalamadım, çünkü günahı bir kere işlemiş olmanın farkındalığını hiçbir zaman bilincimin dışına atamadım ve geçen ay boyunca affedilmek kelimesini düşündüm. Kızıl bulutlardan düşen yağmurun, durmadan içimi ürperten bir rüzgârın ve bir gece daha tanrı olabilme hayaliyle ezberliyorum bu cümleleri, hiç olmamam gereken bir kapının, geçmişimin önünde. Bir mektuba ancak bunları sığdırabildim.

sevgilerimle,