aşağıdaki metin yazarın günlüklerinden çıkartılıp ikizi tarafından derlenmiş, kendisini anlamak isteyen okuruna sunulmuştur.

insanın bulunan bir şey değil de aranan ve yaratılan bir şey olduğunu bilmeme rağmen neden hep eskiden gittiğim yolların beni kendime dair yeni keşiflere çıkaracağını umuyorum?

gerçi insanın kendiliğini tanıdıklıkta araması kadar doğal bir şey yok ama alışkanlık insanı yaratımdan uzak tutuyor. onlarca kez geçtiğin yollardan geçtiğinde, orada daima bir patika izi olacak. oradan yürümeye devam ettiğin sürece sadece önceden bulduklarını bulmaya devam edeceksin. ben dramatik bir çocuktum. ya da sorunlarla baş etme yetisi pek kuvvetli olmayan bir çocuk. belki bencil, şımarık bir çocuk?

[ama işin doğrusunu istersen, kesip biçiyorum bu yazıyı. en savunmasız değil belki ama çirkin taraflarımı alıp atıyorum satırlardan aşağı. hayali okurumun uçurumundan yuvarlanıp gidiyor, ufalıp gözden kayboluyorlar. yani demem o ki, insan yaratılan bir şeydir belki ama daima dikkat etmeliyiz elimizde kalan parçalara.]

gözlerim kapıdan girip buraya gelmemi buna değer kılacak birini arıyor ama bu- bu, yazıyor olmak, sıcak kek kokusu, sevdiğimi bildiğim/düşündüğüm (?) bir yere gelebilmiş olmak yeterli olmalı. bencilliğimle kendimi başkalarında kaybetme arzum arasındaki köprüyü çizmekte çok zorlanıyorum. kendimi birinde kaybetmek de bir o kadar bencilce aslında.

son zamanlarda kafam hep çok dolu ve hep çok yanlış şeylerle. yanlış bir şey yapmak, yanlış olanı düşünmek ve istemek istiyorum. HATA yapasım var. GARİPLEŞMEK istiyorum. ÇİRKİN olanın peşinden koşayım, İĞRENÇ olanı yapayım.

hala kapıya bakıyorum. anlamı hala dışarıda arıyorum. yaratmayı unuttum. neden hala burada oturuyorum? şu an karşımda bir sandalye olmadığını fark ettim.

olmak istediğim insan olmak için hala zamanım var mı? zamandan başka neyimiz var ki, demek istiyorum ama bunun doğru olmadığını biliyorum. parmağımın üstünde tanımadığım bir yara var, o kapıdan kimse girmeyecek, sağ kolumdaki iz kayboldu ama o kapıdan kimse girmeyecek. girse de beni görmeyecek, görse de gelmeyecek. bir kez zafer anıtının önünde görünmez olmuştum. sanırım bir daha hiç görünür-leşemedim.

ama bu da bir yalan olur. asla istediğim kadar görünmez veya görünür değilim. o kapıdan birinin girmesinden de birinin girmemesinden olduğu kadar korkuyorum. anıtın önünde beklediğim o haziran gününe lanet olsun. sürekli gıcırdayan ancak yüzümü asla güldürmeyen o kapıya da.

kapıya bakmayı şimdilik bırakacağım, ama bir süre gerçek manada bırakamayacağımı biliyorum. şimdilik kalkmalıyım, akşam oluyor. zaten hep akşam olur.

o kapıdan içeriye benden başkası girmeyecek.

***

bugün çok kötü bir gün geçirdim…

…giden neredeyse herkesin yokluğunu dilimle yeni çekilmiş bir dişin yerini yokladığım gibi yoklarım. ve ben aynı zamanda bir performans sanatçısıyım. (kimisine göre bu bir sanatçı olmadığım anlamına da gelebilir) alkışlarla değil ama o alkışları almanın hayaliyle yaşarım. kilisenin çanları çalıyor ama alıştığım evimde değilim. içimde bir boşluk var ve dolmak istemiyor.

yolunu kaybeden bir çocukluk hali mi beni üzen, yoksa hep yanlış kapıdan yanlış şeyi beklemek mi bilmiyorum. belki de sadece bekleyen gözlerdir yanlış olan.

sevmeye yeri olan insanları çok kıskanıyorum. uzun uzun, ince ince cümleler yazabilenleri. sevdiğinden gelen kelimelere adeta sarılır, tutkuyla ama narince öper gibi gözlerini gezdirebilenleri. kırmadan, incitmeden sevebilenleri.

hayatımdaki pek çok şey ellerimin arasından kayıp gidiyor gibi hissediyorum, kum gibi. kalan sağlam zeminlerimin sayısı pek az. her şeyi yeniden kurmaya sevinebilecekken ben yıkımlara üzülüyorum. ama çoğu zaman o yıkımları yapan da yalnızca ben oluyorum.

insan yıkmadan yapılırdı belki de. öyle alıştırıldık ki acıya, bin tuğla yıkmadan da bir taş konabileceğini hiç geçirmedik aklımızdan.

alkış, alkış, alkış.

kapıdan bugün de kimse girmedi, ben dahil.