Tenimi ılıtan şekerli bir hava vardı o mart sabahında. Evin önündeki bademleri hatırlatmıştı kaldırıma dökülen çiçekler. O bademlere yazdığım hikâyeleri düşündüm yol boyunca. Eskittiğim defterleri, yazılarımı ithaf ettiğim güzide hayatları. İçlerinde dostluklar, aşklar, kırıklıklar ve yeniden başlangıçlar taşıyan günleri anımsadım beni bu tenha sabaha getiren. O yolu nasıl yürüdüğümü, ne tür buhranlarla kat ettiğimi bir ben bilirim. Kütüphaneye vardığımda semt henüz uyanmaktaydı serin uykusundan. Neden bu kadar erken gelmiştim ki? Buluşmamızı sabahın bu saatinde gerçekleştirme isteğim umarım mahzur görülürdü. Dürüst olmak gerekirse anlaşılır bir durumdaydım kendimce. Konuşulacak çok şey vardı. Gün yetmeyecekmiş gibi hissediyordum. Güneşi yeniden doğurana dek bu kütüphanede olacakmışız gibi hatta. Güzelim iyot kokusunun hatırına iskeleyi seçmiştim. Yıllar evvel olduğu gibi dönüp dolaşıp kendimi yine aynı teras köşesinde bulduğumda bir hayli aşinası olduğum o sıcacık hissin kucağına düştüm. Ben ufkun iki maviliği birbirine karıştırdığı manzaraya dalmışken buluşmamıza gelenler iskele yolunda görünmeye başladı. Kütüphane kapısı ardına kadar açıktı ama ben her adım sesinde kalbimi tıklattıklarını duyuyordum inanın ki. 

           Öylesine güzeldi ki her çehre. Sırdaş gibiydik herkesle. Sanki aynı evde büyümüştük, böylesine bir yakınlık başka türlü açıklanamazdı. Annem işte, vesile olmuştu yine başıma gelen en muhteşem iyiliklerden birine. Birçok misafirimin sorularla dolup taştığı barizdi gözlerindeki parıltıdan. Kendi suretim aksediyordu o gözlerden, bana çarpıyordu ve hep birlikte parlıyorduk. Ben kitapları imzalarken o gözleri şaşkınlık bürüdü. Gülümsedim. “İkinci imza annemin.” İçten tebessümlerle karşılık verdiler sormaya lüzum duymadan benden aldıkları bu cevaba. Elbette annemin imzasını da atacaktım. Aksi mümkün olamazdı. Sahici bir hayranlık vardı bakışlarında, ben bu durumu halen idrak edebilmiş değildim. Her kitap sahibinin eşsiz bir gülüşü vardı benimle paylaştıkları için eşsiz hissettiğim. Meraklı ruhları vardı ve benim de o merakı dindirecek birçok lafım olacaktı.

           “Annemin gençliğinden hiç fotoğrafı yokmuş, yakmışlar hepsini.” Onlara kitabın asıl yazarından bahsetmeliydim, kendimden değil. Sayısız iyi dilek ve teşekkürün ardından sohbetimize başladığımızda ilk sözlerimden biri buydu. “Geçmişini biriktirememiş bir kadındı demem o ki. Acısıyla, neşesiyle, şenliğiyle, matemiyle başlı başına bir ömür hikâyesi ama resmedilemeyen türden. Atlattığı her badireyi, her cendere acısını anlatmıştı bu yüzden. Gösteremese de her şeyi anlatmıştı, her anının sesini duyurmak ve acılarını dindirmek gibi bir niyet vardı onda.” Benim sesim duyuluyor muydu acaba? Bazı yerlerde heyecandan ve sarf ettiğim sözlerin ağırlığından sesim titrer oluyordu. “Eğitimini bitiremediğinden duyduğu bir hüznü var annenizin bazı bölümlerde.” Sesinden nezaket akan bir hanımefendi konuştu. Evet, vardı. Aklımı hep meşgul eden bir konuydu bu, okusaydı kim bilir neler olurdu. Ben biliyordum aslında, adım gibi emindim,  bambaşka bir hayat yeşertirdi o. Tanıdığım en güçlü insan olduğu gerçeğini hep reddederdi ben küçükken, belki bu reddediş silinirdi düşüncelerinden, başardıklarını azımsamaya bir bahanesi kalmazdı şayet okuyabilseydi. 

            Annemin varoluş çabası başlı başına bir mücadeleydi tüm engebelere inat. Kimse kendini kendine yetiremezdi, bence sırf bu yüzdendi üstesinden geldiği her şeyi fazlaca bir tevazuyla küçük görüşü. Kitaba da yazmıştı, ardında bırakacağı dünyaya en büyük mirasın üç güzel evladı olduğundan bahsediyordu. O cümleyi hiçbir kelimesiyle oynamadan eklemiştim kitabına, buna cüret edememiştim her ne kadar yanlış olsa da söyledikleri. “Var olma ve var etme mücadelesiydi değil mi aslında, sizin inandığınız asıl miras?” Gözleri parlak genç bir kız soruyordu, onayladım onu. Farklı sesler de işittik sonra, herkesin hayatına dokunan bir konuydu sonuçta. Zaten bu buluşma annemin hayatını konuşmaktan ibaret değildi ayrıca. Biz burada herkesi konuşacaktık, annemin temsil ettiği, kitapta kendini bulan herkesi. Mevzubahis mücadelenin bir reçetesi yoktu ki. Dünyada ne kadar kadın varsa sonu özgürlüğe çıkan o kadar fazla patika olabilirdi. Ve sarf edilen çabanın büyüğü küçüğü söz konusu değildi. Benim annem mesela, okumasına izin verilmeyen bir ailede büyüyüp kendi kızları okusun diye çırpınarak tek başına bir seferberlik yürütmüştü. Bu çırpınışı emanet etmemiş miydi bana? Üzerine kendi çabalarımı ekleyip ben de benden sonrakilere miras bırakacaktım. İşte bu, bütünüyle bize ait olan, kendi nehirlerimizden katre katre akıtıp ortak denizimize döktüğümüz biricik mirasımız değil miydi tüm kadınlar olarak? 

            “Nakış nakış kendi serüvenlerimizi işliyoruz aslında bu mücadeleye, biriktikçe sesi gürleşiyor, günbegün büyüyor, heybesinde taşıdığı herkesi güçlendiriyor.” Birisi kitapta benim eklentilerimden bu alıntıyı okuduğu sırada bakışlarımı okurlar arasında gezdirdim. Birilerinin bana yalnız olmadığımı hatırlatmasına ihtiyaç duyduğum zamanlar olmuştu yaşantımda, bu ihtiyacın gizliden gizliye yahut apaçık bir şekilde her ruhta yer ettiğini ve bir iz bıraktığını o an yeniden anladım. Fakat sanırım bu izlerin, acı veren bir yaradan ziyade bir kıvılcım gibi insanı ayakta tutan tesirleri vardı her yürekte. Birbirimize muhtaç olduğumuzu ve yalnızca birbirimizin ateşiyle tutuşa tutuşa bu yola devam edebileceğimizi fark ediyorduk. Ben de buradayım, diyebilen her kadının kalbinden bir ötekine sıçrayan kıvılcımlar, karanlığa gömülmüş yuvaların ışıklarını yakıyordu. Aydınlık bir gelecek umudunu yayıyorduk biz. 

           Konu konuyu açıyordu bu sohbette. Konuşulacaklar sabah tahmin ettiğim gibi bitmek bilmiyordu, bazen sözler yetmiyordu üstelik. Bazen bakışıyorduk sadece geçmişini bilmediğimiz yüzlerle ve hakikaten de anlıyorduk neleri anlatamadığımızı. “Annemin kimliğinde bir ismi var ama öyküsünde binlercesini taşıyor aslında, pek de uzak olduğumuz anlatılar değil zira kitapta yazanlar. Bana ‘Ben hayatımı yazacağım, belki okuyan olur, sen paylaşırsın olur mu?’ diye sorduğu günü hatırlıyorum. Ara sıra günlük tutmaya kalkıştığını ama ne kadar denese de bir süre geçti mi hep pes ettiğini. Kendini acımazısca değersizliştirmesine izin vermek istemiyordum. O yüzden aidat hesabı yaptıkları o eski ajandaların rastgele açılmış sayfalarına karaladığı cümleleri görükçe, hele ki neredeyse hepsinin çocukları hakkında yazıldığını fark ettikçe, içimi buruk bir mutluluk sarıyordu. Şimdi parça parça yazdığı her detayı böyle cevher gibi, kırmaktan korkar gibi elimde tutunca…” Ne de duygusal kadındım ben de yahu. Günü ağlamadan bitirmemin imkanı yoktu zaten, burun çekişleriyle gülüşme sesleri birbirine karışıyordu şimdi benim yüzümden. Kaç bardak çay kahve içtiğimi saymayı çoktan bırakmıştım. Ben misafirlerimin söyleyeceği son sözlere kadar buradaydım, gerekirse sabahlayacaktım. 

            Aslında bu miras meselesi annemin bana bıraktığı kişisel bir serüvenden ibaret değildi, çok daha büyük bir resmin parçasıydık, öyle hissediyordum. “Tam olarak hangi bölümdeydi hatırlamıyorum, ‘Biz kadınlar, elimizdeki bir ömrü binlercesini yaşatmak için kullanıyoruz.’ benzeri bir cümle vardı, çok etkilenmiştim şahsen, içimden geldi, belirtmek istedim.” Biraz çekingen görünen, benden azca büyük olduğunu varsaydığım bir okur söz alıp konuştuğunda annemle gurur duydum. İnsanları saklandıkları kabuklardan gün ışığına çıkarıp konuşturuyordu, bizzat annem yapıyordu bunu. Takdire şayan bir yetenekti, bende de olduğu düşünülürdü genelde, bir nevi genetik mirasıydı bu da bana bıraktığı. “Kimsenin kimseyi ismen veya simaen tanımasına hiç gerek olmadan bir arada durabilmek o kadar güçlü hissettiriyor ki… Birilerinden emanet alıp, besleyip büyütüp, yeni birilerine aktaracağımız bir şey gibi, bu miras dediğimiz şey. Çünkü konu benim kim olduğum değil, bu birlikteliğin niçin bir parçası olduğum.” Yine körpe bir hevesle, hararetle konuşan genç bir okurdu söz alan kişi. 

            “Birbirine perçinlenmiş niyetlerimiz var hayata dair. Birbirimiz için açtığımız yollar var, kırdığımız duvarlar ve cam tavanlar. Herkesin inişleri yokuşları da birbirinden apayrı. Kitaptaki karakter mesela, anneniz, çocuklarının hayatını inşa ederek destek oluyor kadın mücadelesine. Sahip olduğumuz her sıfatla burada olarak bile en basitinden, birbirimize merhem oluyoruz bence, naçizane.” Hayatımda ilk kez gördüğüm ve belki de bir daha hiç denk gelemeyeceğim yüzler aklımın içine girmiş de henüz benim bile dilini çözemediğim düşüncelerimi tam anlamıyla dile dökmeye başlamış gibiydiler. Bu ürkütücü durum, bütünüyle farklı hayatlara sahip de olsak benzer amaçlarda buluştuğumuzdan mütevellitti özünde. Ve insan en çok bizzat muzdarip olduğu acıya merhem olmak isterdi, tıpkı bambaşka serüvenleriyle burada annemin öyküsünde buluşan bir oda dolusu kadının yaptığı gibi. Herkesin elinde tuttuğu bu yaşanmışlıklar silsilesi, ilk sayfasında bana ve anneme ait olmak üzere iki imza taşıyordu. Hâlbuki o kitap milyonlarca öykünün yalnızca biriydi. Yalnızca benim gibi yazmaya düşkün birine denk geldiğinden ve annemin bana emanet ettiği o varoluş mücadelesini ulaşabildiğim her hayata atfetmek istediğimden böylesine somutlaşmış ve sayfalara yansıyabilmişti. Bu mesuliyet, bana tasvir etmeye kelimelerimin yetmediği bir yaşam sebebi veriyordu, en çok da bu sebepten ötürü güçlü kalıyordum. Çünkü ellerimle kavrayabileceğim dünyevilikte değildi aslında bana verdiği şeyin kıymeti. Daha çok içimde yuvası var, denebilirdi belki. Kanımda dolaştığına emindim, parmak uçlarımdan tutun ta ciğerlerime dek hissediyordum her yerimde, kıvanç duyuyordum. 

           Biz bu mart sabahında, bu kütüphanede kalabalık sayılmamalıydık. Evet, bir hayli fazla konuğum vardı, tahminimden çok daha fazla fakat kuru kalabalıklar birbirine hiçbir manada dokunmayan, öylesine rastlaşmış insanlardan meydana gelirdi. Biz öylesine değildik, rastgele değildik. Bir buluşma noktamız vardı. Farklı hikâyelerimizin ortak paydasında kadın olmak vardı, birbirimiz için çalışmak niyeti ve bu emeğin yarattığı köprüleri kullanabilmek gücü vardı. Annemin bana bıraktığı bu mücadele de ömrüm boyunca en az onun kadar çabalayıp ardımda bırakacağım en kıymetli miras olacaktı.