Avcumu sımsıkı kapatmama rağmen kum tanelerinin parmaklarımın arasından, ayamdan sızıp kumsala döküldüğünü görüyorum. Ellerim herhangi bir insan gibi: sevdiği şeye sımsıkı sarılıyor ancak kum tanesi zaman bir şekilde akmanın, değişmenin yolunu buluyor.

Eski Ben’e sıkıca sarıldığım zamanları anımsamak şimdi çok tuhaf. O vakit Lüküs Hayat’ta yaşadığım gerçeğini anlamam asla mümkün değildi. “Nikel-Kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar..”. Zengin hayatın içine doğmuş, şımarık züppe ergenin tekiydim. Kendimi çok özel sanıyordum ve büyük bir talihsizlik sonucu çevrem de tamamen bu yanılgıyı onaylamak gayesiyle inşa edilmişti. Ne de olsa babam ülkenin en büyük teknoloji şirketlerinden birinin patronuydu, ben onun varisi olarak bir gün bu tekno- imparatorluğu devralacaktım. “Teknolojiyi kontrol eden, geleceği kontrol eder.” Slogana bak be! Bizler teknolojiyi kontrol etmiştik, dolayısıyla artık geleceği de istediğimiz gibi dizayn edebilirdik. Ne zeki insanlarmışız yahu biz!

O şımarık züppe bütün bunlara kalpten inanıyordu. Hatta içten içe dua ediyordu, biri ona imkan verse de bir Ted konuşması yapıp başarının sırrı olarak bunları anlatsa diye. “Hayatın görünen ve görünmeyen bütün yüzleri ticaretten ibarettir. İnsanlara en çok arzuladıkları şeyleri satan kişi olursanız zengin ve başarılı olmaktan başa şansınız kalmaz.” Bunları söyledikten hemen sonra kameraya otuz iki diş gülümseyip göz kırpacaktı. Her şey bu kadar basitti işte. Yirmi birinci yüzyılın insanlarının babası, oğlu ve kutsal ruhu teknolojiydi. Benim babam da onlara bu teknolojiyi satan kişiydi, o yüzden böylesine ihtişamlı bir hayata ulaşabilmişti. Bir gün oğlu da şirketin başına geçecek ve sahip olduğu zengin yaşamının üstüne saygın iş adamlığını da ekleyecekti. Babam neden başarılı olmuştu, ben neden başarılı olacaktım? Çünkü bizim kutsal ruhumuz ticaretten yapılmaydı. İnsanların en çok neleri istediklerini görebiliyor, bunları onlara satmak için de ne gerekirse yapıyorduk. Her şey bu kadar basitti.

Her şeyin bu kadar basit olmadığının farkına varma sürecim bana özel inşa edilen dünyamın dışına çıkmamla başladı. Dünyanın en korkunç etkinliklerinden birine, bir “Sadaka” etkinliğine ailece katılmıştık. Depremde evleri yıkılmış, bazıları ailelerini ve birkaç uzuvlarını kaybetmiş olan çocuklara kendi vakfımız aracılığıyla yardım yapmıştık. Sonrasında bu etkinliği de bütün bu yardımı dünyaya duyurmak, çocuklara onlara para veren efendilerini göstermek ve medyanın, halkın bizim ne kadar iyi insanlar olduğumuzu söylemelerini dinlememiz için organize etmiştik. O gün dondurma yiyen, palyaçoyla oyunlar oynayan küçük çocukların hepsi mutlu görünüyordu. Ancak yaşları epey küçük olan bu ekibin içine bir de lise çağlarında bir çocuk dahil olmuştu. Sonradan gözümü açan bu değerli kişinin bir aile dostumuzun kapıcısının kardeşinin oğlu olduğunu öğrenecektim. Normalde bütün yardımlar ve bu etkinlik anasınıfı-ilkokul çağındaki çocuklar için yapılmıştı ancak aile dostumuzun kapıcısı, kardeşinin durumunu bizlere iletince yüce gönüllülük yapıp hem o aileden geri kalanlara yardım etmiş hem de oğullarını etkinliğe davet etmiştik. Elinde dondurması yoktu, palyaçonun peşinden koşmak için de epey büyüktü. Çocuklara ayrılan masaların birinde oturmuş, gözlerini camdan dışarı, şehir manzarasına dikmiş, bomboş bakıyordu. Ben herkesin sevdiği bir kahraman olduğum için çocuğun yanına gidip moralini düzeltmeye karar verdim. Oturduğu masanın yanına yaklaşınca “Hey dostum” dedim. Döndü, başını kaldırıp bana baktı. O sırada “Belki bazı sorunlarını çözmene yardımcı olur” diyerek devam ettim, o sırada cüzdanımı çıkarıp içinden birkaç iki yüzlüğü ona uzattım.

Her şey birkaç saniye içinde olmuştu. Hayatımın aydınlanmasının başlangıcı olan o birkaç saniyenin her bir detayını hatırlıyorum. Çocuk önce tıpkı camdan dışarı baktığı gibi para uzatan elime bomboş baktı. Sonra aniden gözlerinin dolduğunu gördüm. O gözlerindeki ilk gözyaşları hüznü ifade ederken birden öfkenin yansımasına dönüştü. Vücudunun sertleştiğini hissettim. Ani bir hareketle elime vurup parayı yere düşürdü. Ben şok olmuş biçimde orada dururken hızlı adımlarla çıkıp gitti. O yaşıma kadar hiç böylesine reddedilmemiştim. O yaşıma kadar hiç kimse elime vurmamıştı. Kimse yardımımı geri çevirmemiş, beni eleştirmemişti. Bu nasıl oluyordu?

Bu olaydan sonra o zamana kadar hiç yapmadığım bir eyleme başladım: Düşünmek! Uzun uzun düşündüm o çocuk hakkında. O düşünceler beni deprem hakkında araştırmaya itti. O araştırma sonucunda depremde ölenlerin hep gelişmemiş ülke vatandaşları olduğunu öğrendim. Çürük binalarda yaşayan sosyo-ekonomik durumu kötü insanların deprem bölgelerindeki hayatının patlamaya hazır bir bombadan farksız olduğunu öğrendim. Bu insanlar neden çürük binalarda yaşıyordu? Yoksulluğu yeni baştan tanımladım. Eski Ben için yoksul insan bizler gibi zeki olmayan, ruhu ticaretten yapılmamış insandı. Düşünüp araştırdıkça zekanın sadece ufak bir faktör olduğunu keşfettim. Bizler zeki insanlar değildik, özel bir ruhumuz yoktu. Ayrıcalıklı insanlardık sadece. Sosyo-ekonomik açıdan gelişmiş ailelerde büyüyen, sağlıklı beslendirilmiş, spor yaptırılmış, ne eksik ne fazla güneşe çıkarılmış, kapitalizmin en verimli fabrikasının en verimli ürünleriydik. Belki de başlangıçtaki bilişsel kapasite açısından çok ufak bir fark nesiller boyunca daha iyi imkanlara erişim sayesinde korkunç bir şekilde derinleşiyor, bugün gördüğümüz gelir eşitsizliğini oluşturuyordu, bilmiyorum. Bildiğim tek şey doğumdan ölüme adaletsiz olan bu dünyanın başarısının da mağlubiyetinin de anlamsız olmasıdır. Eski Ben hayatı stratejiler taktikler gerektiren bir bilişsel savaş alanı sanıyordu, böyle romantize ediyordu. Gerçekte ise ortada hileli bir poker var, krallar kraliçeler ellerinde kendi temsillerini tutarken koca bir yığın ufak sayılarla hayatta kalmaya çalışıyor. Bazıları masaya bile alınmamış, kenarda ölmüş kalmış.

Gerçekliğin böylesine çürük olmasından daha kötüsü ne biliyor musunuz? Onu değiştirmenin imkansızlığı. Düşündüm, ölçtüm biçtim. Ben bu sistemin minicik bir dişlisiyim, ben çıkıp gitsem dahi makine takır takır çalışmaya devam edecek. Benim elimde makineyi bozacak kuvvette bir alet yok, avantajsız yığınların elinde hiçbir alet yok, pek yazık.

O yüzden buraya, kum tanelerinin arasına geldim işte. Bu kumsalda avucuma aldığım kum taneleri elimden birer birer dökülürken benim bu dünyada kalan zamanım da aynı hızda azalıyor. Her şey planıma göre giderse 4 gün içinde bir cinayet işleyeceğim. Bu cinayet öyle bir mesaj barındıracak ki her gün işlenen binlerce cinayetten bambaşka bir şey olacak. Bir kişinin ölümü olmayacak sadece, sapkın bir dişlinin öz benliğine kavuşup ait olduğu korkunç makineyi bozma çabasını gösterecek. Makinenin çöküşüne duyulan arzuyu haykıracak, makinenin çökmesi için gerekirse her bir parçanın tek tek öldürülebileceğini anlatacak tüm dünyaya. Eski Ben’den kurtulduğumda bu zihinsel dönüşümün somut sonuçlara yol açmadan kalmayacağını söyledi bana hiçsesim. Neredeyse ömrüm boyunca hiç kullanmadığım, donuk, atıl hiçsesim varlığa kavuştu, bu eylemi fısıldadı bana. Yanlış efendilere köle olarak yaşayarak ömrünü tüketmiş kişilerin tek kurtuluşu onurlu bir kurtuluş hareketiyle intihardır, dedi bana.

Payıma düşeni yapacağım.