Yok gibi yaşamak bu kalkıp kurtulmak gibi
kalabalıktan
Adil Erdem Bayazıt – Yok Gibi Yaşamak
Hayallerime hep bir ‘’Sevgisi Dost’’ hitabını sıkıştırırdım da bir türlü kimseyi yakıştıramazdım.
Sevgisi Dost,
Bir karanlığın tasviri olmak, aydınlığın yitik olduğuna inanmak ve yıllarca, yıllarca kendi zihninin duvarlarında sebepsiz depremlere çıldırmak için oldukça yaşlandım. Kimi sakin günleri düşlüyorum,
kimi gün hep bahsedilen, hep hayal edilen doğanın ortasında bir müziği. Sonra yıllarca hırslardan bileylenmiş bir pençe sırtıma geçiriliyor. Ben olamıyorum. Gün içerisinde kimliği adımlarıyla belirlenen bir hayalet gibi ama aslında ortaya çıkmaya çalışan pervasız fikirler gibi gülümsüyorum. Eğer yaşam anlaşabileceğim bir kimse olsaydı, bana sadece evrenin ritmini fısılda, deyip ruhumu geride bırakırdım. Ve ekmek kırıntılarıyla ve ince güz rüzgarıyla ve umutla bakılabilecek kış günleriyle, şiddeti hissedilmeyecek ayak sesleriyle doluşmuş bir karınca yuvasında ruhumun harmanlanmasını beklerdim. Gözlerim hep kapalı olurdu. Çünkü ruhsuz bir bedenle dünyaya bakmaktan korkardım.
Sevgisi Dost,
Geçen gece kalktığımda odanın karanlığında kör olduğumu zannedip koşa koşa, etrafa çarpa dura bir ışık aradım. Ama bulamadım. Yere çöküp başımı avuçlarımın arasına alıp sakinleşmeye çalıştım, ağlamamaya. Hayal ediyordun dedim, bir gece ansızın uyandığında tekrar kör olmayı ve bunu nasıl karşılayacağını hayal ediyordun. Yıkılmıştım, aklıma klişeler geliyordu. Bir kadının gözlerine bakamayacağım mesela, inancımı tutup dar sokaklardan sürükleyeceğim. Okuyamayacağım kitaplar, martının kırık kanadı, yaprağından süzülen damladaki hissiyat. Kendim, geldim. İnsanın savunmasıyla kaosun ardından kabullenmeye yol verdim. Dinleyebileceksin, dedim. Bunca yitirilmiş sesi ayırt edebileceksin. Hem sonra karanlıkta sınırsız bir tahtan olacak. Yatağına öylece uzanıp, belki bir kaç damla yaş düşerken, beyaz bir tebeşirle hayallerini resmedeceksin. Bir eylem olarak, yazmak, dedim. Yazacaksın, belki bir eylem olarak kağıda değil ama havaya yazacaksın. Unutulmaya yazacaksın. Ve sen öldükten sonra arkandan, zambakları çok severdi, demeyecekler. Çünkü yer yer kırmızısında mavi, benek benek beyaz, zümrüt hıçkırıkları olmayacaktı yaprakların ya da egemen renginde yeşil olmayacaktı. Biliyorum ki senin yaprakların karanlık olacaktı.
Sevgisi Dost,
Dün gece bir adam aldatıldı. Kadıköy sokaklarında ılık bir yağmur gerilmiş bir zincir gibi sırtımıza sırtımıza iniyordu. Kokuların karıştığı, rengarenk bir hal aldığı zamanda bir cevap bulmak için çabalıyordum. İnsanların suratlarına bakmaktan kaçınıp, gülümseyip, diğer bir adımı dikkatle seçiyordum. Anlıyordum ki ben, siz diyen adam, aldatılmayı hissedemiyordum. Pencerelerinden
geri çekilmiş bir sıcaklık buğusuyla beraber odada yankılanırken bir gün, bir kadın bana dedi ki ‘’Ne yapsam kaldıramazsın?’’ biraz düşündüm. Hemen cevap vermek istememiş de olabilirim. Ama sonunda ‘’Aldatma’’ dedim.
Hissedilmeyeni yazınca pürüzlü oluyor her şey. Ellerim kağıdın üzerinde gidip geldikçe aşınıyor. Bilincim hırpalanıyor ve ‘’unutmuş gibisin’’ diyor. Oysa ben o yılları hiç yaşamamış gibi dolandım o gece. Hiç koklamamış gibi.
Bu mektubu neye çevirmeliyim, inan bilmiyorum. Söylemiştim, benimki biraz da yanılmış bir çocukluğun derin iç çekiş betimlemeleri. Gerisin geriye dağınık, ölgün ve ben de yaşıyorum deyişiyle kendime gelme hevesi.
Birkaç kadeh rakıdan sonra toparlanıp iskeleye yürüdük. Zamanı olmayan bir sessizliğimiz vardı. Cebimdeki tabakayla bir an önce vapurun arkasına ulaşmayı düşünüyordum. Asfaltı denizin üzerine çekmişçesine bir sallantıyla, ağzımda bir şiir ‘çaresizlik’ ciddi ciddi tütünü nasıl sarmam gerektiğine bir türlü karar veremiyordum. Adam kollarımdan tutup, vapurda dalgalara değen rüzgara açık bir yere götürdü. Nefes aldım. Beşiktaş’a ilk adımımızda bir başka gece aldatılmış bir adamın yanına gittik. Yoksa herkes bir başka gece aldatılmış mıydı? Konuşmadım. Anlamıyordum onları, yok diyordum. Ben yaşamadım ki…
Ben yaşamadım.
Sevgisi Dost,
Dünyaya tek bir kelimeye sığdırılmak için geldiğimi biliyor musun? Yalan. Kendimi tanıyamazken, duygularımın şeffaflığından bahsetmeni biraz olsun anlayabiliyorum ama ben izin verilmiş bir adam değilim. Bir zihne doğmuş fikir olabilirim. Bunun içindir, sadece köşesinde yaşama isteğim. Bir sahilin kenarındaysam mesela,ılık esen rüzgarla düşünmem bunun için. Pazar günleri mezarlığı ziyaret edip avuçlarımı toprağa değdirişimle altında olan her şeyi hissedişim, yaşamım ile ölümüm sahiplenilmiş ve bende hayat bulan iki filiz gibi bedenimin ortasında yumruklaşması, bunun için. Buz kırıklarının bulutlara yansıdığı fiyortlarda sessizce nefes alışım ve kaçmak isteğim. Daima insanların gönüllerine tutunmak istediğimse geçmişime kaçmamak için. Ben yüzyıllar önce anlatılmaya başlanmış bir yalanım işte. Bunun için gözlerimin ardında perde oluşu. Bu yalan bir gün bir ailede hayat buluyor ve sevgiyi öğreniyor. İnsan olabilmeyi öğreniyor. İnsan olabilmeyi öğrenince sınırlarını çizip yaşama izin veriyor ve susmaya çalışıyor. Bir gün ise çıldırıp tanrı olduğunu zannediyor. Boğazlanmış insanları anılarına kazıya kazıya geleceğe adımlarken aşık oluyor. Kendi ellerinden çıkmayan bir ölüme şahit olduğunda ise sürekli çınlayan demirlerle çevirili bir hapishaneye bedenini atıyor. İşte insanlardan uzaklaşamamamın sebebi. Sürekli çınlayan demirdir insan. Ve rüzgarların da ırkları vardır.
Bugün geçmişimden gün almaya karar vermemin sebebi budur. Geçmişi tekrar yazmak isteği…
Sevgisi Dost,
Biz iki ağır aksak, sarsak, utangaçlığını gülümseyerek örten adamlar, zambakların bir ismi olmalı, diyoruz.
Mum ışığıyla söndürüyorum bu mektubu.
Safa pektaş ailesi sefa der, kendisiyle bir düğünde tanıştım .İlk gördüğümde sesi ve kelimeleri içimi titretmişti.Karşısında gözlerimi kocaman açmıştım ,heyecanımı hissettiğini biliyordum.Sadece o da değil yanımızdaki herkes farkındaydı bir ben değildim alenen açtığımı zihnimi kavrayışlarına.Kelimelerinde fransız tatları vardı,Cümlelerindeki kırmızı şarap kokusundan anlamıştım.Görünüşü eski istanbul beyefendileri gibiydi.Saçları ve yuvarlak çerçevesiz gözlükleri bir ingiliz saygınlığı taşıyordu.Kalbi,kalbiyse belliydi doğunun eteklerindeki acıyla kavrulmuş ,büyümüştü.Anlamıştı beni, ruh ırkının insanını ,uzun uzadıya bildiği benliğimi samimiyetle selamlamıştı.Gözlerinin önünde küçük bir kız çocuğu vardı belki fakat ruhumdaki kırmzılı kadına dokunduğunu bilerek yumuşak ve soğuk beyaz ellerimden zerafeti elleriyle tanımlar gibi sıktı.Yıllar geçti o yazdı ben okudum , anlattı ben dinledim
.Dinlerken yahut okurken başımı onaylarca salladım ben salladım,yüreğimdeki sesleri onun kaleminde gördükçe de ağladım.
Uzaktan uzağa sessiz seslenişlerimizi aynı topraklardan çıkan iki ruh olarak karşıladık. O bir haber, bense unutup durdum sessiz mektuplarımızı.Şimdi o yaşlandığını yazıyor , ben öldüğümü…Ben büyüdükçe içimdeki kırmızılı kadın rengini toprağa buladı ,kahverengileşti…Çünkü yaşım doğduğumda onunla yaşıt oldu kimse de anlayamadı…Böylelikle anlaşılmadan ölen bir süregelimi daha barındırdı bu beden…