Baskıya Ön Söz

Evde eğer kardeşlerden biri hastaysa, çok sürmez -bulaşıcı bi’ hastalık olmasına gerek olmadan- diğeri de hastalanır ve aileler bilir ki bu ikincisi -bulaştığına kanıt az ya da yok ise- psikosomatiktir. Baudrillard da böyle düşünüyordu, hasta olmayan kardeşin eksilen ilgilenilme gerçekliğini değiştirmesi için bir hastalık simülasyonuna ihtiyacı vardı ve gerçeklik, yaşanmaya bu simülasyon üzerinden devam etti.

“Hastaymış gibi yapan kişi yatağa uzanıp bizi hasta olduğuna inandırmaya çalışır. Bir hastalığı simüle eden kişi ise kendinde bu hastalığa ait semptomlar görülen kişidir” (Littré).

(Baudrillard, 2018, s. 15)

Simülasyonla tam açıklanmadığını düşündüğüm, gerçek olmadan gerçekliği etkileyen ve gerçekliğin kendi üzerinden devam etmesini sağlayan başka bir kavram var benim sevdiğim, kurgu. Bi’ keresinde sevdiğim biriyle caddede insanlara sorular soracağımız bi’ video için dışarıdaydık, hava çok sıcaktı ve bizi sallamayan insanlar çoğunluktaydı, yorucu ve tatsız bi’ gündü. Ama iki üç gün sonra kurgulanmış videoyu paylaştığında o günün benim için hatırası pozitif yönde değişmişti, insanlar için imajı, bendekinden de farklıydı. Ki tersi de olabilirdi, ben klipleri kötü çekmiş, o böyle bi’ videoyu oluşturamamış olsaydı o günün hatırası bende çok daha kötü kalacaktı, insanlarınsa haberi olmayacaktı. Bu durumu yaratan, şüphesiz elimizdeki kameraydı. Kayıt, gerçekliği uğrattığımız ilk kurguydu, gerçekliği kadrajlıyor ve zamansal olarak kırpıyorduk. İkinci kurgu, video hazırlanırken oldu, üçüncüsüyse video paylaşıldığında. Ve hayat, bunun üzerinden devam etti.

“Yorulmalar, geç saatler, hepsi unutulacak, bi’ tek film kalacak geriye.”

Haluk Bilginer (Ahlat’ın Yolculuğu ve Uzun Sürmüş Bir Kış)

Bu mektubu yazma nedenim, gerçekliği defalarca değişikliğe uğratan “kayıt çağı” insanlarının, (kayıt derken sadece görüntüyü değil, bütün mediumları kastediyorum) kurguyu bir direniş yöntemi olarak kullandıklarını görmem ve buna övgümdü.

Mektup

Herkes ve hiçkimse için

On Ağustos yirmi bir Salı günü Alperen İri ve Çağla Nur Çavdar’ın konuk olduğu ve Alperen Yavaş’ın modere ettiği Mevzu Neydi podcastin on altıncı bölümü kaydedilirken Alperen Yavaş şu soruyu sordu. Fanzine girdiğinizde buna devam etmek adına nasıl bir motivasyona sahiptiniz, neden fanzindesiniz, neden yazıyorsunuz, hayatınızda niye buna yer ayırıyorsunuz, çünkü bir sürü -sizin de, eminim ki- arkadaşınız, tanıdığınız ne edebiyatla ne fanzinle bu kadar yakın ilişkiler kurmuyor, sizi onlardan ayıran ne, bu motivasyonu nasıl buluyorsunuz. Bunun üzerine düşüncelerim.

Birbiri ardına sıralanmış çok fazla soru, bunları sadeleştirmeye çalışacağım. Neden yazıyorsunuz, neden başkaları değil de siz yazıyorsunuz.

Bizim yazmamız ve başkalarının yazmaması veya bizim okumamız ve başkalarının okumaması ayırıyorsa bizi, ayrılmadan önce bir konuda ortak olmamız gerekir, ben bunun “dertler” olduğunu düşünüyorum, acı da denebilir buna ama dert daha genel bir isim. Hepimizin dertleri var, yalnızlık, sıkılmışlık, sıkışmışlık, kapatılmışlık, engellenmişlik, zevksizlik, isteksizlik, sevgisizlik, karşılıksızlık, anlaşılmazlık, anlamazlık, anlamsızlık, iletişimsizlik, bilmezlik, bilinmezlik, saygısızlık, saygınsızlık, umutsuzluk, sahtelik ya da içtensizlik, güvensizlik, özgüvensizlik, mahremiyetsizlik, kontrolsüzlük, tanımazlık, tanınmazlık, zamansızlık, yersizlik, ve Alperen diyor ki –diyor artık :D- bunları yaşayan çok ama yazan az. Yerinde bir tespit ve sorulması da cevaplaması da anlamlı bir soru. Benim, kendi yaşamımda ve çevremde gözlemlediğim, bu dertlerin ortak ve bizi bazı cevaplara götüren bir özelliği var, dert, insanı ölüme yakın bir atalete sürükler, ölümü çağrıştırır, hiçbir şeyi göremeyecek hale getirir, elbette en uç noktalarından bahsediyorum fakat görüp görebileceğiniz de sıfırla bu nokta arasında bir histir. Mamafih ben, ölmek istemiyorum, yapabildiğim ölçekte, yerde, ışıkta. İddiam şudur ki bu yüzyılın bu çeyreğinde ölüm, bu ölümdür, bu atalet halidir, uğraş ve çaba, mücadele ise geride hiçbir şey kalmamışçasına ölmemek için verilir, sonunda, ölüm olsa bile. Bu mücadeleyi verebilecek güce sahip, o gücün farkında, o gücü arıyor ya da buluyor olmak bizi onlardan ayıran olabilir.

*

Bahsettiğim anlamda ölmeme isteği, onu reddetmektir, reddetmeyi açıklayacağım. Reddin üç aşaması var. (Burada artık beylik laflara başlamışım.) İlki, ret nesnesinin henüz reddedilemediği, insanı çiğneyip yutmaya çalıştığı, geçilmek için yüksek bir eşiktir. İkincisi, reddedilenden ayrı bir gerçekliğin arandığı, yaşanmaya başlandığı, dinlenilen aşamadır, güçtür, ama dinlendirir. Bu aşamada başlarsa başlar insan okumaya, farklı ilişkilere açılmaya. Üçüncü aşamada, reddedilen, hükmünü yitirir, alternatif, “asıl” unvanını alır, reddedilenin yerine kablu vacip olan gerçeklik bina edilir, kurgulanır. Ben burada yazmaya başladım. (Elbette her zaman sırayla yaşanmaz bu aşamalar, yalnızca, açıkça listeleyebilmek için numaralandırdım.) Kurgu, aslın reddi, yetersizliğidir. Bu, Aristocu taklitten çıkmış, Baudrillardcı simülasyonu yaşamış, ama onu da ciddiye almamış çağın ve neslin sanatına götürebilir bizi. Baudrillard sıralıyor ki.

1- derin bir gerçekliğin yansıması olarak imge

2- derin bir gerçekliği değiştiren ve gizleyen imge

3- derin bir gerçekliğin yokluğunu gizleyen imge

4- gerçekliğin hiçbir çeşidiyle ilişkisi olmayıp, yalnızca kendi kendinin simulakrı olan imge

Bense diyorum ki.

1- imge, derin bir gerçekliğin verdiği ültimatom

2- imge, derin bir gerçeklikle alay

3- imge, gerçekliğin hiçbir çeşidinin erişemediği, yalnızca kendi kendinin simulakrı

*

Bu metnin ilk ismi “Var Olmak, Direnmektir Yahut Ret”ti, o versiyonu reddetmeyi çağdaş direniş yöntemi olarak ele alıyordu, ama reddin, ardından kurguyu getirdiğini, buna gereksinim duyduğunu ve duyduğumuzu fark etmemiştim.

               “Ben, var oluyorum ve korkmayı reddediyorum. Var oluyorum ve ‘bunlarla’ kafamı bulandırmayı reddediyorum, yalnız kendi kafamda yaşamak pahasına olsa kendi hayatımı yaşayacağımı söylüyorum ve emin olun, kuduruyorlar.”

Çünkü gerçek, yaşanamazdı, kaybı malum olan, yazılmaya mahkumdu, yazan, onu değiştirebilecek güce sahipseydi kurdukları gerçeklikte derin bir yer aldı ve hiçbir hükümetin yenemeyeceği bir yöntemi kullandı, kurgu. Ona bi’ şey söylemene gerek yok, zaten biliyo’, aramızda dolaşıyo’, var oluyo’, ne yapabilirler, son nöronuna kadar -ya da ne zıkkımsa- ardıyla gülecek, yudum yudum yudum çürüyen bir hegemonya düşün, altında, bireyler, kabl edilmiş tanı kriterlerini aşmış kişilikler, kelli felli düşünürlerin lafının üstüne laf koyacak cüretteler, internetciler, paylaşımcılar ve benciller, kendimi unutmamak için not almaya başladığımda geçmişten gelen bir, efendime söyle’yim, ben, karman çorman zaman belki girdabı belki ağı içerisinde bir ip bir ucu eski bir tarihte diğer ucu benim elimde çekiyordum, bir yapı kuruluyordu baskı ve tehdit altında ipten ve vücut sıvılarından, gerçeği en derininden kurcalıyordum, kurduğum sürece yaşıyorum, kurmazsam tükeniyorum, hızla, kendimi yitiriyorum, imdi çevremdeki imajları yeniden düzenliyorum, yaratıyorum ve yerleştiriyorum, sonra bir paket bir kapalı kutu bir eser haline getirip paylaşıyorum kendimle ve arzu edenlerle, derin bir gerçeklik geçiyor üzerimden, bunu tartacak değilim, yalnızca emin olduğum ne olacaksa bundan sonra olacak, reddim reddedilemeyecek bir şekilde var oluyor, nesillerce, hahahh.

Kanat’a selam