Sıradanlaşan günümün ortasında yaşattığın sert yüzleşmenin ardından gelen şefkat hissiyle yazıyorum sana hiç gönderilmeyecek olan bu mektubu. Bu saniyeler içinde gerçekleşen aynılık hissinin ben de yarattığı doluluğa bulduğum bir çare. Aslında yadırgamayacağını bilsem çıkarken fark etmediğin beni, ahşap kapının hemen önünde duran beni, omzuna dokunup şu an yazmak için kendimi zorladığım her şeyi sana anlatabilirdim. Bunu yapardım. Çünkü o kadar zor tuttum ki kendimi sana sarılmamak için. Sana sarılmak ve tam oracıkta bunların hiçbiri geçmeyecek demek istedim. Beni duymayacağını biliyorum. Kulaklığından dışarı çıkan bass sesinden kendini duymaya bile tahammül edemediğin belliyken, genç ve görünen o ki deli bir kadının, sana sarılarak bunları söylemesi sana akıllıca gelmeyecekti. Hatta muhtemelen sen oldukça karmaşık bir ruh halindeyken seni daha da karmaşık ve çaresiz bir duruma sürükleyecektim. Ama o “ Hiçbir şey geçmeyecek.” cümlesi şu an yaşadığın tüm o karışıklıkların senin berraklığına bulaşmak isteyen renklerin yarattığı bir cümbüş olduğuydu. Senin için asla bir tercih olmayan ve sana bir tercihmiş gibi dayatılan olayların, ardında bırakacağın “ geçmiş” olmasında senin payın olmadığıydı. Bu yaşananların, insanların sana biçtikleri birer rol olduğunu ancak isyan sanarak soyutlarken kendini andan, yavaş yavaş öldürdüğünü sanırken kendini, aslında yaşama çabanın olduğunu; kendini kimsesizleştirmenin, seni sen gibi yaşatabilme yolu olduğuydu. Öyle ki kalıba sokulduğunu hissedip korkarken hala buradayım deme isteğiydi saçlarına vurduğun bakır. Dünyaya bir çerçeve ile bakmayı kabul etmezken gözlerine çektiğin kalemin izin verdiği kadar var edebiliyordun hayallerini. Omuzlarındaki ağırlığı temsil ediyordu belki de olması gerekenden fazla yere yakın olan sırt çantan ama inatla tek omzunda taşıyordun içindeki gücün varlığını hissedebilmek için. Bir yanın böyle şifrelerle anlatmak isterken kendini, bir yanın hep gizli kalmak istiyordu. Okuyanlar bilirdi senin o can sıkılmalarının, durup dalmalarının, iç çekişlerinin ve sessizliğinin sancısının ne kalabalık bir yalnızlık olduğunu ama yüzlerindeki “ daha fazlası var” gülüşü, işte o tiksindiren gülüş, senin kusmak istediğin o yalnızlığı daha da çoğaltırdı.
Suçlanırdın. Suçlanmak kaçınılmaz olandı. Arkadaşların, ailen, öğretmenlerin tarafından suçlanırdın. Arkadaşların gibi olmak istemezdin. Gereksiz gelirdi sana okul çıkışı parfüm koklamak. Sen parfüm koklamayı da sevmezdin. Hele hele o aptal kataloglara bileklerini sürmek, sana acizce gelirdi. Zaman içinde senin için yüzeysel olan konular onlar için önemli olduğunda, yüzündeki gülümseme de buna bağlı olarak sönerdi. Tabii bu sönen gülüşün yakın takipçisiydi ailen. Asık suratla geldiğin evde, izin almadan odana dalan bir anne eşlik ederdi sana. Şükürler olsun baban hiç anlamamıştı senin o toparladığın dağınıklığı. Zaman içinde kabullenirdi annen de ama arada bir, bilhassa misafirlik işleri uğrarsa sizin eve, o zaman cilveli bir ifadeyle “ Biraz gülümse” derdi. “ Buzdolabı olma.” Becerebildiysen o yalan gülüşü… İşte ilk orada yabancılaşırdın kendine. Baktın ki misafirler mutlu, annen mutlu o zaman yaşamda bir maske daha edinebilmiş olurdun. Hallelujah.
Zaman geçerdi. Büyürdün. Sonrası mı? En acısını sona sakladım( Ve bence sen bu yaptığımdan da hoşlanmazdın.). Kendini suçlardın. Artık aynaya bakamıyor olduğun için kendini suçlardın. Kendin olma isteği dediğimiz parıldayan bakırın ve gözündeki kalemin yanına takmaya başladığın anne çantaları ( oysa sen bununla çok dalga geçerdin) da eklenirdi ve siktir olup gitmene rağmen bırakamadığın bir şehir olurdu kafanda. İnsanlar gelip geçerdi hayatından; dahil olduğun işler, zaferler ve başarısızlıklar olurdu ancak sen her zaman sadece ve sadece o geçmişe yenilirdin. O maskeleri edinip de özgürlüğüne ilerlediğini düşündüğün yanılgı var ya. İşte o yanılgı o zaman neleri yapmaktan geri durduysan şimdi zamanı olmadığını her gece yüzüne vurduğunda geçmişin boğulmaları gün yüzüne çıkardı. “ Siktir! Keşke yapsaydım.” dediğin ne varsa benim gibi o 17’ lik kızları gördüğünde yeniden ve yeniden zihninde yankılanırdı. Evet. Siktir! Keşke yapsaydım. Keşke yapsaydım ve şu an otuzumda kendi koyduğum kurallarla bir mezara bağlı olmasaydım. ‘Niye mutlu değilim’ lere dönüşecektiyse de hatalarım, en azından ‘mutluydum’ dan dönüşseydi de öylece kısır kalmasaydı yaşamım.
Gelecekten sana merhaba demek için durdurmak istedim seni ve yine beceremedim. Önce içimden sana sarılmak geldiyse de şimdi seni sarsmak istiyorum. Çalakalem yazdığım bu satırları sana verecek cesareti de kendimde bulamıyorum. Korkak geldim ve belli ki korkak göçeceğim bu yaşamdan. Ama şimdi düşünüyorum da en azından bu mektubu bitirmeliyim. Nasıl bitirmek gerekir bu mektubu? Sanırım mektubu şöyle sonlandıracağım: Gözünde büyütme kendini, olduğun da olacağında bu kağıt parçasında yazılı. Başında söyledim ya geçmiş, başkalarının senin tercih bile demeyeceğin şeyleri sana dayatması diye. Yalandı. Geçmiş senin tercihlerindi. Bir başkasının değil. Yeni bir yol üretmemek bile bir tercihti aslında bakarsan ve sen üretmeyip boyun eğmeyi seçtin. Bunun için onları suçlama, yirmilerinin ortasında kafan basmaya başlıyor ve geçmişte onları suçladığın için ne kadar aciz olduğunu düşünüyorsun.
Evet, bayan kimsesiz, her ne kadar son sözlerim sana kan kusturacak olsa da umarım hayatın benim düşündüğüm şekilde ilerlemez. Bir mezardansa bir limana bağlı olmanı diliyorum. Beni önce sevgiye sonra öfkeye boğsan da sana acıyorum. Bunun için bana kızma. Ben kendime de acıyorum. Eşit sayılırız. Hoşça kal.