Sana bu mektubu biraz kırgınlıkla, biraz eksik ve biraz utançla yazıyorum. Bu çağdan içten içe ne kadar nefret ettiğimi biliyor ve kalbinde duyuyorsun. Kırgınım çünkü önü alınamayan bir çılgınlıkta sürükleniyorum. Hız başımı döndürüyor. İnsan durmadan çırpınıyor, çırpındıkça yükseliyor. Ruhlarını unutarak bir devinime saplanıyor. Birkaç cümlenin kâğıt üzerindeki hissiyatı ne çabuk unutuldu. Bana mektup yazın dediğimde hevesle, tamam, deyip; işin ciddiyetini anladıklarında vazgeçiyorlar. Aylarca bekliyorum ve yine de bir sonuç alamıyorum. Aşık olduğun kadına, kalbinin sadece onun için attığını ya da güzelliğini, mektupla anlatmaktan daha zarif bir yol var mı? Dostunla dertleşirken sayfalara hüzünle bakmak ya da cümlelerle gülmek yaşamaya dahil midir? Annene ne kadar özlediğini, babana paranın bittiğini yavaşça anlatmak saygıya dahil midir? Sorduğum soruların cevabını bende bilmiyorum.
Kimi zaman böyle oluyor işte, amaçsızca mektup yazıyorum. Belki bu kalabalıktan biraz olsun kurtulmak istiyorum. Bir mevsimi tadıp, bir kar tanesiyle düşmek istiyorum. Benimki hafiflemek arayışı biraz da… Kendini kaybetmeye yakınken son bir tutunma isteği. Nedenlerle çevrelendiğim anda yolda kalmak isteği. Telaşım olmadan, bir yere yetişmem gerekmeden sakince ıslanmak… Ellerimi saçlarıma götürüp damlalarla oynaşmak… Her şeye rağmen birkaç dakika nefes almak isteği. Ah! Ne güzel anlatıyorsun kendi rüyalarından, diyeceksin. Bir bakıma doğru ama benim gerçekliğimin çizgisi pek de net değil.
Mektup yüzyıllardır iletişimin en samimi dili olarak kabul ediliyor. Farsça ifadesi ‘’nâme’’. Başlangıcı ise ilk çağlara uzanıyor. Garip bir çelişki. Bir yandan gelişmişlikle övünürken diğer yandan gelişmişliğin getirdiği eksen kayması var. Ruhlarımızın buz gibi olmasının bir sebebi olabilir mi?
Bir gün Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarında bir grup canı sıkılan haberci kil tabletlere ve papirüslere mektup yazıyor. Bir arayışın peşinde olduklarını düşünüyorum. Daha sonra Eski Yunan’da Eflatun’un Demosten’e yazdığı mektuplar var ama o kadar da gelişmiş değil. Acaba Eflatun soğuk kıtaları anlatmayı denemiş midir? Latinlerde ise mektup belki de üst noktalarından birini yaşıyor. Cicero dönemlerin saygı ile anılacak ismi.
Sanatçının anlık bulantılarını, duygularını ve yaşamını aydınlatabilmek açısından ne büyük nimet! Petrarca’nın mektuplarını okuduğumda şaşırdım. İnsan dedim, yüzyıllardır aynı duyguları yaşıyor. Ne garip! ‘’Kulübeye gece geç vakitte döndüm. Bir an önce ve aklıma geldiği gibi bu mektubu yazmak için evin kuytu bir köşesine çekildim. Çünkü mektubu başka bir zamana bıraksaydım, yerin değişmesiyle belki duygularım da değişecek ve yazma arzum yok olacaktı.’’ diye başlıyor bir mektubuna.
Mozart’ın 3000’e yakın mektubu var. Müziğin sırrının o satırlarda gizli olduğu söyleniyor. Sana bunları öylesine anlatmıyorum, eğer sıkıldıysan gökyüzüne bak, zarfı yırt ve bildiğin gibi yaşamaya devam et. Avrupa’ya altmış yıl boyunca seslenmiş bir dahi var, Voltaire. Yayınlanmamış 18 000 mektubu nasıl yazmış! Bu beni korkutuyor. O dönemlerde de insanlara sakinlik kazandırmak için mektuplar yazılmış. Heder, Schiller gibi Romantikler; İnsanlığı İlerletmek İçin Mektuplar, İnsan Sanat Eğitimi Üzerine Mektuplar bırakılmış. Ölümünden sonra mektupları ciltler halinde yayınlanmış bir Alman var, Goethe. ‘’ Eskiden beri mektuplara oldukça seyrek cevap veririm, ihtiyarlığımda da bu değişmedi. İki nedeni var: Boş mektup yazmak istemem. Önemli mektuplarda beni acil ödevlerimden alıkoyuyor ve çok vaktimi alıyor.’’ Ne garip!
Utanıyorum çünkü sana mektubun tarihini birkaç yüz kelimede anlatmaya çalışıyorum. Zaten böyle bir tarihi anlatmak da ne kadar mümkün olurdu ki… Duygularını kelimeler arasına bırakan ve onca yaşamı sayfalara gömen onlara, saygısızlık yapıyormuş gibiyim. Birazdan sana hayatımın en ince noktalarına değen bir yazarın mektuplarından bahsedeceğim. Bir tütünlük zamanım var mı? Öyle söyleme, kırıyorsun beni…
İlk baskısını zar zor bulduğum bu kitabın ilk mektubu Henrick İbsen’e yazılmış. 1901 yılının Mart ayında Dublin’de… ‘’Fakat biz en değerli şeyleri kendimize saklarız. Onlara beni size neyin bu kadar bağladığını anlatmadım. Onlara, sizin bulanık yaşamınızı sezmenin benim için nasıl övünç olduğunu, sizin savaşlarınızın bana nasıl ilham verdiğini (açık maddi savaşlar değil, fakat alnın gerisinde verilip kazanılan savaşlar.) sizin, yaşamın gizleriyle güreşmekteki kararlılığınızın bana yüreklilik verdiği ve sizin halkın sanat anlayışına, çerçeveye ve törelere mutlak aldırmazlığınızla kendi kahramanlığınızın ışığında yürüdüğünüzü söylemedim.’’ diye yazıyor. Romanlarındaki aynı kararlı cümleleri okuyabiliyorum. Onun kalbini bir nebze olsun hissedebiliyorum. Uzun tuttum çünkü kelimeler arasındaki ritmi başka türlü gösteremezdim. Kimin mektubu muydu? Daha söylemedim değil mi? Ardından bir fırıncının kızına aşık oluyor. Nora Barnacle. 14 Haziran 1904’te bir randevuda buluşmak üzere sözleşiyorlar ama kadın o gün gelmiyor ve 15 Haziranda şöyle bir mektup alıyor ‘’Kör olabilirim. Uzun bir zaman kızıl-kahverengi bir saça baktım ve sen olmadığına karar verdim. Eve oldukça mahzun gittim. Bir randevu vermek isterdim ama sana uygun olmayabilir. Umarım sen bana verecek kadar iyi olursun, eğer beni unutmadıysan!’’ 16 Haziranda randevuya gelen Nora yazarla yaşamını birleştiriyor ve sonra ‘’Canım Nora’’ diye hitap ediyor James Joyce. Ne garip!
Belki de her mektup birilerine adanıyor.
Bir kadına mektup yazdın mı hiç? Yazmadıysan, kesin yazmalısın. Ayrıca bir güzellik taşıyor ve onu kelimelerde yüceltmenin hazzını arıyorsun. ‘’Siz’’ diye hitap etmek önemsenmese de artık, gerçekten sevilebilecekleri ortaya koyuyor. Kimi zaman özlemden, yazarken ağlanıyor. Yeşilliğini betimlerken sanki karşındaymış gibi gözlerine bakıyorsun. Bir mektup olağanüstü olanları avuçlarına bırakıyor. Daha iyi bir cümle için saatlerce düşündürtüyor. Burada, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dört hanımına aynı sayfada yazdığı mektubu hatırlatmadan geçmek olmaz.
Mart ayının ortalarındayız. Hava soğuk ve senin gibi birine mektup yazdığımdan dolayı parmaklarım donuyor. Bana kim olduğunu açıklamayacaksın değil mi? Açıklama da zaten. Uzaktan uzağa birbirimizi tanımamız yeterli. Hayır, sitem etmiyorum. Sadece kırılmışlık benimki. Kendini tanıyamamanın kırgınlığı. Bileklerimde çığlık peşinde koşturan bir sızı var. Parmağımı da kestim. Her yanım sızlıyor. Mektuba kan damlatmamı istemezsin. Bizde de Beşir Fuad kafası var ama saklıyoruz.
İşin gerçeği ne biliyor musun? Şimdilerde anında ulaşabilmenin verdiği cahil hissetmeyi yaşıyoruz. Büyülü Gerçekliğin somut olabileceğine inanıyoruz. Nasıl yani? Büyülü Gerçeklik ne mi? Bu, bir göze baktığında rüyalar görebilmek… Tamam biraz abartıyor olabilirim. Artık beni kabullen. Gelen cevabı beklemeden nasıl hayal kurulabilir bilmiyorum. Küçük mavi bir çift işaret her şeyi sonlandırıyor. Lanet olsun hepsine. Bir kadına verdiğim on bir sayfalık mektuptan sonra, sende bana mektup yazar mısın? demiştim. Zamanın olmaması ya da hatırlanmaması… Ne garip! Her şey biraz ölüyor. Eksiğim çünkü onca denememe rağmen uzun süre haber alamazsam telaş yapıp arıyorum. Bende tamamlanmamış bir şey var. Martıların kanatlarından sarkan…
Bizim edebiyatımızda mektubun bir ritmi var. Yine canı sıkılan bir Uygurlu çadırında mektup yazıyor ve her şey öyle başlıyor. Divan edebiyatında, inşa, adı verilen düz yazının bir çeşidi sayılıyor. Nesimi’nin illa ki can acıtan mektupları vardır.
Zaman içerisinde üslup olarak algılanıyor. Ortaya edebi nitelikte birçok eser çıkıyor ve yazar, ya bunlar okunursa, diye düşünüp yazmaya başlıyor.
Nazım Hikmet dediğimde gülmeye başlıyorsun. Küçük çapkınlıklardan dolayı değil mi? Gülme, sanki sen çok farklısın! Bir kadından hoşlandığında hemen birkaç cümlelik mektuplar yazıp avuçlarına sıkıştırması ne güzel.
Arif Nihat Asya o müthiş mektuplarında mensur şiir örnekleri veriyor. Servet Armağan’a yazdığı mektuplar siyah-beyaz bir çağın hislerle nasıl renklendiğini anlatıyor. İlk mektubunu yazarken daha evli değillerdir. ‘’Küçük maceralarım bitti Servet, büyüğü başladı, başlamış bulunuyor.’’ diye başlıyor. ‘’Dudakların bana bir sözden başka bir şey veremezler mi Servet?’’ diye bitiriyor. Son mektubu:
‘’Mi vuruyor, fa duyuyorlar…
Do vuruyorlar, la çıkıyor.’’
Dizeleriyle başlıyor. Arif Nihat Asya sevmenin de öğretilebilecek olduğuna inanıyor olmalıydı. Yoksa bir insan kendisine nasıl öğretirdir sevmeyi?
Sait Faik Abasıyanık Yaşar Nabi Nayır’a bir mektubunda soy ismini dergide yazmadığından dolayı kızıyor. Cemal Süreya Zühal Tekkanat’a on üç günde özlemini anlatıyor. Rasim Özdenören dostlarıyla veda eder gibi yazışıyor. Sabahattin Ali hep üretken ve kararlı. Kırk yıllık kısa hayatında birçok mektup yazmış, almıştır. Nedeni ise sevdikleriyle bir türlü bir araya gelememesi… Ne garip!
Beni biraz olsun anlayabiliyor musun? Demek istiyorum ki bir mektup her şey olabilir!
Benim yazdığım her mektubun bir kısmı da dicle’yedir. Bunu neden soruyorsun ki? Bilmen gerekirdi. Asıl soru, İnsanın kendisine mektup yazmasının çelişkisinde.
Sana hep bilinen mektupları anlattım. Yok olanlardan hiç bahsetmedim. Zamanı gelecektir elbet. Vedaları sevmem. Bir an önce hiçmiş gibi bitsin… Ne garip!