Parçalanmış suratında bir renk cümbüşü vardı. Bir o kadar renk ve bir o kadar hüzün dolu yüzün ve ağzından hiç eksilmeyen şarabın… Beş dakika içinde sosyetik yılışık bir kediden ağzı
köpüren bir sokak köpeğine dönüşebiliyordun. Zaman aktıkça yüzündeki renkler, tüm vücuduna yayılmaya başladı. Hüzün zaten her yerine doğduğundan beri yapışıktı. En etkili hüzün tutkalın: çaresizliğin.

Gözlerin kaygan bir zemin gibi. Ne zaman onlara baksam dengemi kaybediyorum. Kusurlu taraflarım sol yanımda ağır basıyor, soluma doğru düşüyorum.

Doğayı düşünmeye çalıştıkça o kahverengi koca koca ağaç gövdelerini senin suratındaki renkler kaplıyor. Ben renklere isteksiz gözüktükçe onlar bana sırnaşıyor. Ama renklerin yanına gidemem ki benim sol yanım hep ağır(ır).

Uzaklaşamıyorum bu çekicilikten. Yer çekiminden kaçmak uzaya gitmekle mümkün. İnsan kendi kafasının çekiminden nasıl kurtulur peki? İçindekileri kendine nasıl yaklaştırmaz bir elektronuna dahi kıyamazken? Uygulan(a)maz ki.

Tüm renkler beyazlaştı yüzünün içindeyken. Şarap kokusu keskin.