Biz insanlar niçin kendimize cam fanuslar inşa ederiz yaşamak için? Neden güneş kadar aldatıcı, ay kadar güzel ve en az bizim kadar kırılgan bir maddeye birbirimize ve kendimize güvendiğimizden daha çok güveniriz?
Biz hep korkarız. Zira bu, bizi ayakta tutan güç olmayı çoktan geçip ayağımızdaki bir pranga haline gelmeye başlayan bir durumdur.
Böylece kendi çevremize bir duvar örer (insanlık bu ya; o duvar da tuğladan değil, camdandır) ve içinde kendi kış bahçemizi yaratmaya çalışırız. Yavaşça kabuğumuza çekilir, olup bitenlere olabildiğince seyirci kalmaya çalışırız fanusun içinde. Orada güvende ve suni bir huzurun kollarındayızdır, dışarısı ise gerçek dünyadır ve bize ağır gelen şeylerle, hakikatle dopdoludur. Öyle doludur ki bizim ruhsal boşluğumuzun kaldırabileceğinden çok daha fazla ve ağırdır.
Birbirimizle göz göze yaşarız ömrümüzü, asla birbirimize dokunmadan. Günler geçtikçe bir toz tabakası kaplar fanusun dışını ve tamamen uzaklaşırız dışarıda olup bitenden.
Derken gün gelir, biz ölürüz. Fakat son nefesimizi vermeden önce öyle ölü, öyle soyutuzdur ki saydamlığını yitirmiş fanusumuzda; kimse farkına bile varmaz bunun. Hiç var olmayız ki düzgünce yok olabilelim!
Ne biz ölüleri fark ederiz, ne zamanı gelince onlar bizi.
Kendimize camdan bir mezar inşa etmeye o fanusa kapanmaya karar verdiğimiz gün başlamışızdır nasılsa, ve ölmeye. İçten içe, parlaklığını gün geçtikçe daha da yitiren bir camın içinde.
Vakit, kırılmayı bekleme vaktidir artık.