“Sen benim tenimin altında büyüttüğüm büyülü bir aşksın, gerçeğe karışmak için yanıp

tutuşan ve tenimi aşıp bir türlü yuvasına ulaşamayan. Ben de sıradan bir kadınım, senin rüyalarından

uyanıp yine senin hayallerinde kendini arayan.” Kaçıncıya okuyordum bu satırları, hatırlamıyordum.

İçime sinmiyordu, kalemimde durmuyordu, kağıda da yakışmıyordu. Böyle uzaktan, hiç bilmeden

nerede olduğunu, nefesinin kimlere dokunduğunu bilmeden, tenini tatmadan nasıl layıkıyla

yazacaktım ki zaten onu? Ne haddime idi?

 

Sahi, neredeydi? Evde mi bekliyordu beni? İyi de o, evimiz neresi bilir miydi? Yolunu bulur

muydu? Arabamdan tanırdı belki. Arabayı tanıyor olmalıydı, onu gördüğüm sırada arabadan

iniyordum. En az beni tanıdığı kadar benim külüstüre de aşina olmasını beklerdim ondan. Peki doğru

evde miydi ki acaba? Benim ev dediğim, altında doğduğum çatı değildi ki. Bence bunu beni simaen

bir kez olsun görmüş biri bile anlayabilirdi zaten. Yan komşuyu görmemek adına aylarca kapısını

çalmadığım o daireyi kendime katiyen yuva belleyemediğimi o anlardı. Ben ev desem İstanbul’a

gelmeyi akıl edebilir miydi acaba? Belki de sırf bu yüzden önce oraya bakmalıydım. Ona

güveniyordum, beni benden önce defalarca buldu, yine bulurdu, inanıyordum.

 

Kalbimin kuşu fazla yükseklerde uçmaktan nefessiz kalmıştı, hep onu aramaktan. Bu kez

neden bulamadığını anlamıyordum. Bir tuhaftı bu caddeler, bu meydanlar. Son gelişimde bu kadar

uğultulu değildi sanki. Daha sakindi. Onun elleri kadar sakindi. Ama şimdi bana dönüşmüş gibiydiler.

Benim ellerim kadar korku dolu, çarpık ve telaşlı. Mecazen değil, sahiden de titrekti buralar. Yok,

henüz gelmemişti bu yol ayrımına. Belki de ömründe hiç geçmemişti bile buradan. Buluşma yerimiz

burası olamazdı belli ki. Çünkü bir kez olsun geçseydi bu kaldırımdan ben mutlaka anlardım. Bir film

sahnesi geçişi gibi renkleri değişirdi bu ışıkların, güneşin sarısına kadar her tonu canlanırdı. Hüznün

izi silinirdi böylece, bu burukluktan eser kalmazdı. Kediler bile neşelenirdi hatta, dükkanlar şen

şakrak açılırdı yeni sabahlara, o bu kaldırımlardan bir kez olsun geçseydi. Ben anlardım işte diyorum

ya.

 

Peki, ben şimdi nereye gidecektim? Ardı ardına kaçtığım her yola sırf onu aramak için gerisin

geri dönmüştüm çoktan. Onu arayacak hiçbir yerim kalmamıştı bu yüzden. Sanırım insanlar arayacak

yer kalmadığında, normal şartlarda -ki benden çok uzak bir şeydi bu- bulamadıklarını kabullenip

devam ederlerdi hayatlarına. Ama böyle insanlar birini defalarca görüp hiçbir şekilde ruhuna

dokunamamanın acısını anlayabilecek kadar şehvetli bir aşka tutunmamışlardır hiç, bundan emindim.

Deliliğin sınırlarında dolanmamışlardır, birine bu kadar yakın olup kendini bir türlü gösterememenin

çıldırtıcı hırsını tatmamışlardır. Tatsalardı şayet ben bu kadar yadsınmazdım. Her gittiğim yere

yeniden bakacaktım o halde. Onu bulana kadar hayatımı tekrar tekrar başa sarıp yeniden

yaşayacaktım. Bir yerlerde olmalıydı. Belki üzerine yanlışlıkla unutkanlık örtüsü çekmiştim, altında

saklı kalmıştı. Yahut çok kısa uğramıştı yollarıma da dikkatimden kaçmıştı. Bilmiyordum, onu

nereden buldu ruhum da kalbime kilitledi, inanın bilmiyordum.

 

Çocukluğa kadar dönmeye bile hazırdım bu bilinmezliğin sisini gidermek için. Onu o berbat

seslerin yankılandığı apartman boşluğunda bile bulmaya razıydım. Okuduğum okullara dönecektim

önce sırasıyla. İlkokul zorbalarından lise aşklarıma dek herkese tek tek uğrayacaktım. Zoraki

ziyaretlerde bulunduğum bayramdan bayrama akraba buluşmalarına, yediğim içtiğim esnaf

lokantalarına, küçükken kitap çaldığım halk kütüphanesinden servet yatırdığım sahaflara.

Unutabilmek pahasına kendimden yılları silmeme sebep olan, beni kendimden utandıran insanların

hayatımı işgal ettiği vakitlere bile geri dönecektim korkmadan. Bu gurura sığmaz çileye bile

katlanacaktım hiç değilse gölgesini bile yakalayabilmek uğruna. Artık benden saymadığım

kimliğimden, geçmişimden ayrıştırdığım çöküşlerime bile koşaradım dönecektim onu kendime

katabilmek için. Fakat bir ihtimal vardı ki… düşüncesi dahi içime dert. Ya sarhoşluk vakitlerimden

birinde bekliyorduysa beni? İşte o zaman felaketlerin felaketine batmışım demekti burnuma kadar.

Zira ömrümün hatrı sayılır bir kısmını ölümsüzce ve bol şaraplı günlerde geçirmiştim, kendimden

geçe geçe.. O halde nasıl emin olurdum ki ona nerede, ne zaman, hangi felekten gecede veyahut hangi

derbeder keder içişlerinde rastladığımdan? Nasıl hatırlayabilirdim?

 

İçim sıkışıyordu artık. Gerçeğime sığdıramadığım düşü içimden de taşıyordu, canımı

yakıyordu. Ondan kurtulmak için bulmalıydım onu -ve işte en büyük yalanım da buydu hem kendime

hem de bu akılalmaz teşebbüslerime şiddetle karşı çıkan dostlarıma karşı utanmazca söylediğim.

Ondan kurtulmak gibi bir niyetim yoktu ki, hiç olmamıştı ki! Çünkü ne amansız bir kapan ki acısı bile

haz veriyordu, iplerimden tutuyordu beni, ayakta tutuyordu. Bu sonu gelmez niyetti beni kendimden

itip hayatın kucağına çeken. Onu her görüşüm ya son görüşüm olursa endişesiyle, zamanın kum gibi

avuçlarımdan akıp denize döküldüğü bir telaşla ve gövdemi kavuran bir dehşetle arıyordum onu.

Yüzünü unutmadan, yüzü de benden kaçmadan sesiyle, nefesiyle bulabilmek için.

 

Evet iyi değildim, içine çekildiğim hayat pek de akıl işi değildi. Ama zaten şu halime bir

bakarsanız zaten her türlü deliliğin vakti bana gelmeyecek miydi? Tamah edebileceğim en muntazam

hayat bu kucağından sarkıtıldığım hayat değil miydi? Başından belliydi işte, başka nasıl anlatsam?

Apaçık ortadaydı. Barizdi. Benim kadar net ve onun kadar kaçınılmaz bir sondu benim bu deliliğim.

Ben ne zamandan beri öylece onu bekliyordum acaba? Bir başıma yükleniyordum bu kalpleri

birbirine vurdura vurdura parçalayan beklentiyi. Ve beklerken hep de düşünüyordum. Kimdi, neyin

nesiydi? Aklımda teşkil ettiği bu koca ve susturulmaz yer neden ona ve yalnızca ona ayrılmıştı?

Uykuyla uyanıklık arası o ince düş vaktinde, düşlerini seçebildiğin, ellerinle tutar gibi bildiğin,

hissedebildiğin, neden onu seçti aklım inatla? Kalbime tahmin edilmez acıyı, ruhuma tarif edilmez

tutkuyu, kendine affedilmez bir zehri seçti her seferinde, niye? Büyük bir şevkle her gece nasıl yarattı

onu yoktan? Ve aslında mesele de bu değil miydi başından beri? Yoktan var olmaması aslında? Hiçbir

zihin, hiçbir çehreyi kendi gücüyle çizemezdi rüyalara, hele ki onun gibi birini. Benim ne aklım ne

kalbim yeterdi böylesi güzel bir yüzü kalemle çizilmiş gibi yaratmaya, bir yerlerden bulmuş

olmalıydım onu. Çoktan görmüş olmalıydı gözlerim. Başka bir açıklaması, öteki türlüsü mümkün

olamazdı. Gerçekliğin gizli köşelerinden birinde onunla çoktan buluşmuş olmalıydım ben ve o köşeyi

bulup yoluma katmam için yalvarıyor olmalıydı kendi hayatım bana. Bu gece de uyumadan önce bunu

yazacak, bu kez de ben ona yalvaracaktım.

 

“bana kendini getir

başlı başına sen oldum

kendimi bulayım”