Bir mahşer içinden uzanıp da yeryüzüne dağılan beş parmaklı yangın, doğudan henüz dönmüşlüğün hoyratlığını daha atamamışken üzerimden, kaçırdığım trenlerin ve uzaklaşan gemilerin yeisini harlayacak göğsümde. Bilmem hangi gökten biçilmiş bu yarım ay biçimli kızıl coğrafyada suyu içilebilen bir kuyu bulamayacak zambakları kurumuş ellerim. Kuytu patikalar arasından yürüyüp de bulduğum kurumuş bir suyolunun sonunda elindeki bir yudum suyla beni yaşatabilecekken o suda beni boğmayı tercih eden o çiçek bozuğu yüzü asla unutmayacağım.

Korku nedir bilmeyen denizciler gibi benim de yalnızca Tanrı izin verdikçe görür gözlerim. Onlar “Niçin yaşıyoruz?”u bilmezler ama ben bilirim. Bir ayin kutsallığı içerisinde ilerlediğimiz eski göç yolundayken hepimizin yüreğinde sonsuzluktan pay edinme arzusu yatar. Gecenin uzun kanatlı kuşlarının ötüşlerinden dökülür üzerime zamanın kokusu. İçimde dönerken dünya, eve dönmeyi hak edemeyeceğim büyük bir günaha girerim.

Bir ceviz kıracağım deniz çıkacak içinden. Su neye benziyor öğreneceğim. Ölüm denizinin kürekçisi insanı dehşete düşüren bu sükût içinden, batan güneşe hiç dokunmadan ve gün çekilirken dudaklarımızda kalan o vahşi tada varamadan usulca geçip gidecek. İstanbul’da patlamış ve denizin öbür boğazındayken beni yaralamıştı bir mermi. Şimdi suyun her hali öldürebilir beni ya da duvardan inen akrep bu serin yaz akşamında sonsuzluğa mıhlayabilir ellerimi. Üzerine günlerce, haftalarca düşündüğüm gözleri ansıdıkça kendi gözlerimi taşıyamaz oluyorum. Görüyorum ki penceresini sarmaşık dallarının gölgelediği, avluya bakan beyaz balkonlu odasında doğduğum konak, şimdi yanmaktadır.