Ancak ölümdür, özgürlük. Bütün bedenini saran bir karanlıkta irade ve tutkununun bir hayvanben sarmalına dolanışıdır. Kayaların içinde yürümek olduğu kadar rüzgarla da süzülebilmektir. Doğanın bir alüvyonu olarak zihnimin kıvrımlarından bir vasıta kalkıyor. Saatler vardır. Biraz erken geldiğimiz için şimdi bu kompartımanda kanla beslenen motorun ısınmasını bekleyeceğiz. Vasıtamız yere yakın bir dala sarmalanmış zehirli bir yılan gibi tehditkâr bir şekilde doğrulacak yere doğru. Dağılan misketler gibi yeniden şekilleniyor kıvrımlarım. Bütün bu altüstlüğün kıyısında izliyorsun çevreni. Çaput tutmaz tek bir ağaç, altı bir yanından gövdesi aşağı ve yukarı uzanarak, uzakları görmeni engelliyor. Ağacın gövdesinde hapis milyonlarca minik karabalık hep bir ağızdan irade ve tutkunun şarkısını söylüyorlar.

Bir hışırtının sönümlendiğini seziyorsun karabalıklarca. Devasa bir gölge iki adam boyu geziniyor karanlıkta. Tek ateşi besleyen damarlarımda akıyor korku. Tanıdık bir ses. Annemiz bizi çağırıyor karanlığa. “Geri dön kayıp yavrum bana, korunaklı bir mağarayım ben sana. Söndür artık ateşi, son ver kımıldanmaya. Gecenin yüreğinden akmasına, damara dolmasına, izin ver uzanarak mezarına.”. Karabalıklar tizleşiyor. Ateş zayıfladıkça karanlığa alışıyor gözlerin. Kalbinden akan bir nehir olarak karanlık, alıştıkça gözlerin seçmeye başlıyor içinde. Bir dev omurgası eğri, uzun saçları. Kambur bir dev, gözleri parlak sarı. Şekilleniyor kıyında bir su damlasından. Omuzlarından sarkan kolları o zincir gibi salınırken buz sarkıtı kadar da diriler. Adalelerine bakılırsa bizi bu hikâyeden söküp atacak gibi. Bir şürale iyi yürekli bu, baharın habercisidir, korkmamalısın. Taklit eder sesleri avını tuzağa çekmek için, kurgulayarak yeniden. Gezer dağlarda en sevdiği kırmızı yemişlerden yemek için. Ormanda ağaçlara sarınıp uyur geceleri, bir sarmaşıkla bağlayıp gövdesini. En sevdiği oyundur, biz bir sabah uyandığında böcekleri, gıdıklayarak devasa parmaklarıyla, gülmekten öldürüp, sonsuza dek kırmak dudaklarımızın mührünü. Dişlerimiz güneş görmeli, nefes almalı. Yırtılası ağzın sonsuza dek dişlerini sergileyecek bir vitrin gibi, kıyında açık kalmalı. Düşünür Şürale seni gıdıklamak için, ikna etmenin binbir yollarını. Hedefe kilitlemiş bir zekâ ancak açabilir ilgisinin yolunda bütün kapıları. Halbuki sabahları, kafasının hizasında bütün, dallarına çarpar bu şürale ağacın. Bedeniyle ters orantı, farkındadır gücünün. Tutkusu için kurnazdır, bilmez ama neye tutulduğunu. Göstermemelisin ona dişlerini, korkmamalısın da karanlıktan. Motor ısındı, başlıyor yolculuğumuz. Vasıta yükselirken şüralenin gözlerinin hizasına. Son kez bak onun parlak sarı gözlerinden saçılan patlamalı güneşe.

Sınırı geçiyoruz. Yanlış bir zamanda, bir kabile yaşıyor rotamızın altında. Karabalıklarla beslenen cüceler onlar. Ağacın kalbindeki dönüştürücülüğe tapınıyorlar. Burada akan zamanı belirler çaldıkları davullar. İşte saniyelerin ölçütü budur. Kurulu bir saat gibi, çarklaşmış gövdeleri, doğru yer doğru zamanda, bulunmak için gergindir hep. Yüreklerinde küçük birer kesikle, yaşarlar ömür boyu sızlayan. Ölüm vakti geldiğinde, susturup davullarını, bir ağacın dibine oturup, tersten tecrübelerler bu kez hafızlarını. Ellerine ihtiyacı yoktur son yolculukta, hiçbir ses duyulmaz mezarlarında. Hareketi kesip beklerken, tanrı “Uyan!” diye seslense onlara, uyanamazlar yaşadıkları son uykularından. Ölürken uyanıktır onlar, uyuyorlar yaşarken. Duraklayalım, mezarlarında. Şurada bir tam tamı asılı ölünün ve yaklaşmış karanlığa izlerken ilk gününü. Kendine saatin olsun ölç dakikaları, sahiplenerek ölünün zamanını.

Cücemin yüreğindeki kesikten sızan bir damla tatlı balı, buyur sen em sevgilim okur. O zaman serilecek ayaklarının altında bir başka manzara. Güneş doğmuş, dağılmış bulutlar. Kent bütün kentliğiyle dikilmiş karşına, aynı ağaç yeşermiş her sokağında. Arkaik bir rüzgâr esiyor içinden ve dışından. İnsan insanın icadıdır. Akan kanımızla ısıtıyoruz devasa makineyi. Baldan uyan, suratına tükür ölünün. Kendini kaybetmeden bu yolculukta, aşarken tepelerini zihnin, bütün ayyaşları kayıp şehrin, dönüp dolaşıp suratına işeyecekler çünkü her fermuarlarını indirdiklerinde. Bütün ölülerini öleceksin bu kentin canım benim. Her sokağında kıstıracaklar seni. Ve tanıdığında sonunda onun yalanını ve neler söyleyebileceğini, kendinden gayrı, herkesten şüphe edeceksin. Bedenleri gündelik gerçekliğinde bir anomali gibi, nefesleri atonal bir ıslık çalıyor. Şehrindeki insanların eridiklerini göreceksin, bal mumu gibi. Akacak caddelerden insanlar seli, sence kirleterek mi temizleyerek mi?

Uyandın, yolculuğa devam etmek için uyumalısın. Sarhoşluk veren otları, topla yak yüreğinde her gece. Uykunda gördüğün rüyalar uyanıkken gördüklerinden, masumluklarını geçtim artık önemi yok, kesinlikle daha az korkunçtur. Toparla zihnini, yer altı dünyasına doğru devam edeceğiz yolumuza. Bütün ölümün doğduğu, karanlığın sürdüğü yuvamıza döneceğiz. Bir beşikte ikimiz, sen kuşlardan öğrendin uçmayı ben ölçekle aldım tayınımı. Ağacı takip ederek varacağız Kara Tamu’ya. Önce çevremizi hurda arabalardan bozma ağaçlar, topraktaki ateşle beslenen çiçekler sarmalayacak, kıvrımların ördüğü bir mağaralar ağında. Kırık camlar, baş vermiş çimenleri. Toprağın cesetleri dönüştüremediği aşikâr. Cesetler dönüştürüyor toprağı. Bir peltesi olarak ölümün zemin, artık ateşiyle yandığı gibi cesetlerin, dövülmüş taşlardan sarayından Erlik’in, dinmeyen acının soğuk rüzgarları esiyor.

“Ey zengin Kan Erlik, saçları parlar, kıvılcım saçar, sen kova olarak ölü kişi göğsü kullanırsın; Kişilerin kafatası sana bardak olur. Yeşil demirdir kılıcın, demirdendir kürek kemiğin, kara yüzün kıvılcım saçar, saçların dalgalanır.”[1]

Burada şekilsiz yaratıklar, parçalanmış uzuvlarının yerine, yerden buldukları parçalarını vücudun, takarak sürdürüyor hayatlarını. Reddederse kendi vücudu, yedekparçalaşmış ölünün çürümüş etini, yeniden ve yeniden deneyecek bulmayı ten uyumunu, metal ormanda gezen vahşi bir garabet. Sanatçıları doğuran bu topraklar, şarkıları kulaklarına üfleyen Erlik, bütün kesik ve yarıkların anaları Jeztırnaklar ve karanlığın komutanları Dokuz Oğulca yönetilir Kayrahan gaybolduğundan beri. Mağaralar dizilir ipe, kayıklar gezer nehirlerinde, dövülmüştür halkı Kara Tamu’nun, Demircilerin ilki Erlik’in ellerinde.

Ölüm, bir dövgü olsa ancak Jeztırnakların koynuna yaraşır. Baştan aşağı bedeni uzanır, ne yılandır ne sarmaşık. Yaklaştıkça duyulur, baharda çürümüş bir mantar gibi kokuları. Vücutlarını örter yalnızca boylu boyunca saçları. Selviden uzun boyları, deniz kıyılarındaki sarp kayalar gibi vücut hatları, dökülür çağlayan sular gibi şelalelerden. Sanki bir örümcek örmüştür suratlarını. Kıvrılarak ve dönerek çığlıklarını, bedenlerinin ritmiyle uydururlar. Kaptırdığınızda en içtenlikli şarkısına kendinizi doğanın, rüyaların neden bir akarsudan farksız olduğunu, kavrarsınız inandığınız hiçbir şeyin rüyalar kadar gerçek olamayacağını. Ancak özgürsünüz, rüyalarınızda. Yalnızca bu, dirimin sürükleyen akıntısından daha gerçektir. Kara kızı sevimli görünür şimdi, Erlik davet etmektedir sarayına bizi.

“Hoş geldin oğlum!”. Erlik merakla kapısının önünde karşıladı bizi. Düzenin ters yüzü bir ihtiyar, uzanır sakalları yere doğru. Taştan sarayı arkasında çakılı, sanki kaldırıp buraya taşımış, yer altı okyanuslarının en dibinden bir dev kayayı. Oyuk oyuk işlemiş maharetli demirci, içinden ve dışından, sarayına sanatını. Parmakları mengene, iskeleti şiraze, suratı heykel, dişleri elmas, gözleri evren, yanakları elma Yer Altı Krallığı ölülerinin, yaşayan karanlık Hanı’nın. Gök gözlerinde trafo, son bir görüntü belirir alaca.

İşte uzanıyor, ırmağı kan ve gözyaşının, kıyılmış canın. Kirletiyor ölümü akan, mum gibi yaşayan insanları kentlerin erimiş. Karanlığın nehirlerinden akan mumu yutuyor kan ve irin. Özgürlüğe ulaşan kan mıdır mum mu? Ölüler halkı yaşıyor yer altının kentlerinde, aklının kıvrımlarında ve içtiğin sularda. Tutkuyla parçalamalıyız alnımızı. Sen ki bütün yarıkların analarından, Jeztırnak Abram Moos: yarılan kafataslarından sızan kan şekil versin vücudumuza akarken derimizden. Dinmesin akan, durmamalı hareket. Bütün demonlarının karanlığın, akabileceği bir yarıkla kafatasımda uyanmalıyım düşümden. Bir yarıksokağı olarak yer altının, açılır alnımda özgürlüğün anahtarı, gerçekliğe bir uyarıcı olarak. Yaratan, şekil veren, karşı koyan irade işte bu rüzgarların estiği yıldırım akıldır. Yeryuvarın bütün kışlarının soğuğu üzerimize olsun. Ancak üşüdükçe hızlanacak kalbin atan makinesi. Bir alüvyonu olarak, seni şekillendirene kucağını açtığında.

[1] Bir şamanın Erlik alkışından – Wilhelm Radloff

Kapak Resmi: Erlik ve Kızları, Yağmur Candar(@neftisar)