Hissizlik, acı çeken bir kalbin haykırışlarının sessiz bir fısıltıda hapsolup, sancılarının bedende saklanmasında gizliydi. Bu duygu yalnızlıkla kavrulmuş, hüzün ile pişirilmiş ve acı ile sonuçlanmış kötü biten bir masalın son satırlarındaki umutsuzluğu yaşatıyordu kalplere. Belki de bu yüzden sonu mutsuz biten hayatlar sonlanırken bile ruhlarının çektiği acıyı bedenler gözlerinden süzülen tek bir damlaya sığdırıyor ve gerisini hayalleri ve umutları eşliğinde toprağa gömüp sessizce veda ediyorlardı arkada bıraktıklarına. Hissizliği tadan bedenim acı bir zehir içse bile sadece yüzünü buruşturup kendini sessizce yere bırakacak türden hâkimdi bu duyguya. Şimdi, aynanın karşısında bana hiç de yabancı gelmeyen bu yüze baktığımda bile hissizliğin iliklerime kadar işlemesine hiç şaşırmıyordum. İçimde sıcaklığıyla her saniye atan kalbim bile hissizliği taraf tutarak sakladıklarını bana göstermeyecek kadar bencilleşmişti. Bu duygu acı ile yüzleşip onu kabullenen ama bir türlü yok sayamayan yaşamların zamanla nefesi haline gelmişti. Acının gözlerimde bıraktığı yaraların izleri olan kırmızı çizgilere baktım. Gecenin kör saatlerinde uykusuzlukla geçen dakikaların ayak izlerini taşıyorlardı. Haritaların üzerinde yolu gösteren düzensizce çizilmiş o kırmızı çizgilere benziyorlardı. Bedenimdeki acının yolunu gösteren bir yol haritası gibiydiler. Belki de geçirdiğim hüzünlü yılların bir hatırası. Soğuktan üşümüş parmaklarımı omuzlarımdan aşağıya doğru salınan saç tutamlarında gezdirdim. Siyah saçlarım kırılgan görünüyordu. Bunun sebebi ne geçmişte ne de şu anda onlara şefkatle dokunan kimsenin olmamasıydı. Başımı okşayarak bana destek olan türden bir anne ve babaya sahip değildim. Belli ki saçlarımda benim gibi hissetmediği şefkatin eksikliğiyle kendilerini zamana bırakarak sadece yaşıyorlardı. Onlar uzuyordu, ben nefes alıyordum. Tüm bu yaşadıklarıma rağmen yaptığım tek şey buydu işte, nefes almak. Bunu zaten kabullenip bildiğim halde kendime bir kez daha kanıtlamak ister gibi derin bir nefes aldım ve gözlerimi yavaşça kapatırken içimdeki havayı bıkkınlıkla odanın içerisine bıraktım.

Hayatının çoğunluğunu güçlüklerle geçiren insanlardan biriydim. Şimdi odanın çalan kapısının sesi kulaklarıma tırmanırken bu zorluklardan birinin daha beni ziyarete geldiğini biliyordum. Ahşap kapının açılması üzerine fermuarını çekerek önümü kapattığım siyah hırkanın kapüşonunu başıma geçirdim ve arkamı dönerek gelen kişiye baktım. Buket. Siyah saçları özenle taranmış ve dudaklarında hiç bir zaman eksik etmediği kırmızı ruju ile bana bakarak nefesini bıkkınlıkla dışarıya verdi ve “Neden beni her seferinde beklettiğini anlayamıyorum.” diye söylendi. Ardından bakışlarını yüzümden aşağıya indirerek bedenimi göz atarcasına süzdü ve gözlerini devirerek ekledi. “Yani kızmakta haksız değilim, baksana kaç dakikadır bekliyorum ve sen sadece kot ve bir hırka giymişsin.” Ona aldırış etmedim. Kimseye aldırış etmezdim. Bakışlarımı tekrar önümdeki kırık aynaya çevirdim. Bu ayna çocukluğumdan kalan tek eşyaydı. Eskiden aynanın sol ve sağ üst köşelerinde asılı duran melek kanatlı süs objeleri vardı. Onları çarşıda görüp anneme mızmızlanarak zorla aldırdığımı hatırlıyordum. Ama şimdi baktığımda orada annemin kendi elleriyle astığı o yerde olmamaları beni tedirgin etmiyordu. Buna alışmıştım. Eksiklikler hayatımın bir parçası olmuştu. Belki de hayatımın ta kendisi. Aynadaki çatlağa baktım. Sağ alt köşeden başlayıp sol üst köşeye kadar uzanan, aynayı köşelerinden iki parçaya ayıran uzun bir çatlaktı. Bu çatlağın oluştuğu günü hatırladım ve hırkanın kapüşonunu düzelten parmaklarımın bir an titrediğini hissettim. Arkamdan Buket’in bir şeyler söylediğini duyuyordum ama zihnim ne olduğunu şu an için kavrayamıyordu.

Sesi kulaklarımda kısık bir uğultu olarak kalıyor ve aklım söylediklerini anlamlandıramıyordu. Parmaklarım ağır ağır aşağıya kayarak hırkamı düzeltirken gözlerim çatlak aynada kendi yüzümü buldu. Ve bakışlarım kendi gözlerimle buluştu. O an gözlerimde gördüğüm şeyle kalbimin tıpkı karşımdaki ayna gibi ortadan ikiye çatlayarak ayrıldığını hissettim. Gözlerimdeki asla tarif edemeyeceğim bu duygu aslında adım kadar iyi bildiğim hatta her nefes alışımda havayla birlikte içimde patlayan o bilindik histi. Bu his zamanla en yakın arkadaşım olmuştu. Ve ben her gece ona iyi geceler diyerek huzurun her zaman eksik olduğu o diken üstü uykulara kendimi bırakıyordum. “Hey!” Buket’in sesi irkilmeme ve odaklandığım düşüncelerden silkinerek kendime gelmemi sağladı. Ona omzumun üzerinden bakarak “Efendim?” diye sordum. Omuzları aşağıya düşerken bıkkınlıkla nefesini dışarıya üfledi ve elindeki çantasını yatağın üzerine fırlatarak sinirle konuştu. “Yok bir şey. Lavaboya gidiyorum. Döndüğümde hemen çıkalım olur mu!” diye sordu. Aslında bunu soru olarak değil de yerine getirilmesi gereken bir emir olarak söylediği her halinden belli oluyordu. Onu yine aldırmadım ve “Tamam.” diyerek onayladım. Buket odadan çıktı ve ardından kapıyı hızla kapattı. Aslında haklıydı. Sanırım bana söylenmesine bu yüzden hiç kızamıyor hatta kızmakla kalmayıp ona cevap bile vermiyordum. “Buket, her zaman sabırsızdır.” dedim içimden yine de kendimi aklamaya çalışarak ama içimdeki ses beni düzeltti “Sen hareketlerin ve davranışlarınla onun sabrını zorluyorsun.” Kendi iç sesime söylediklerinden dolayı bir an gözlerimi devirmek istedim. Nasıl oluyordu da hep benimle zıt düşünceler içerisinde oluyordu anlamıyordum. Dışarıdan tek bir beden gibi görünüyorduk ama kafamın içinde her zaman iki kişiydik…

(Ocak 2015)

Yazarın notu: Devamı asla yazılmadı, karakterin adını okuyucu asla öğrenmedi, Buket lavabodan hiç dönmedi,  kırık ayna asla yapıştırılmadı, küçük bir odanın içinde başlayan bu hissizlik duygusu asla son bulmadı.  “Mayıs 2020”