Sabahın erken saatlerinde, evden çıktıktan birkaç dakika sonra anahtarını evde unuttuğunu fark etti. Geri dönerse işe geç kalacaktı ancak üç kuruşluk maaşını patronu için yaptığı mesaiden gitmesin diye çilingire yatıracak kadar aptal değildi. Kovarsa kovsun dallama.

Kış yine bütün felaketleri, kopuşları, yoksulluğuyla geliyordu. Yine de kış mevsiminin -dışarıda ölüm sessizliği içeride kendi sesini bastıran gürültüsü- koşturmacasını ve telaşını yaz mevsiminin aylaklığına yeğlerdi. Kışın düşüneceği ve dert edeceği daha mühim meseleleri olduğundan, küçük meseleler beynini yiyip bitirmiyordu. Eve geri dönmüşken giysi dolabında en altta katlanmış ve üst üste koyulmuş atkılardan siyah olanı seçti ve boynuna sardı. Kış geliyordu. Bu aylarda en az bir aile dramı, bir doğal afet, bir toplumsal felaket ve sevdiği biriyle sancılı bir ayrılık yaşardı. Ne hikmetse hepsi kış başlarken iki ay içinde oluverirdi.

Nihayet depoya doğru yola çıkabilmişti. Eskiden çok telaşlı bir adamdı, daha gençken, henüz kırklarına merdiven dayamamışken. Sanki hep arkasından koşturan hayatın ayak seslerini duyuyordu. Öylece dururken bile yüzünde bir gerginlik, bir yere geç mi kaldım duygusu olurdu. Onun içinde yaşadığı bu kaygı ve telaş durumu yüz metre öteden belli olurdu. Duygularını saklamayı bir türlü öğrenememişti, ama kırkına merdiven dayadığında, duygusuz bir adam olmayı öğrenmişti. Ağır ve usulca metroya yürüdü. Yaklaştığında raylardaki elektrik sesini duydu, metro geliyordu, koşmazsa yetişemeyecekti. Belki koşarsa da yetişemeyecekti. Hayatta bizim müdahale edebildiğimiz alanların ne kadar az ve çabaya değmez olduğunu birkaç yıl önce idrak edebilmişti. Son anda metroya yetişti. Anlaşılan bugün de kovulmayacaktı.

Depoya geldiğinde bütün işçilerde bir telaş vardı. Sabah vardiyası başladığında hep böyle olurdu, geceden gelen ve gece vardiyasında yerleştirmeleri yetişmeyen malların yerleştirilmesi ve mesaiye öyle başlanması gerekirdi. İşçilerin hepsi bu durumdan şikayet ediyor ancak depo müdürü şikayetleri bir türlü yukarıdaki para babalarına iletmiyordu. Bir süreden sonra işçiler de bıkmıştı, zaten bedenen çok yoruluyorlardı. Gel gelelim, o sabah depodaki telaşın başka bir sebebi vardı. Depoyu su basmış, malların çoğu ziyan olmuştu. İşçiler bir yandan kendi aralarında bu zararın ucunun kendilerine dokunacağına ilişkin senaryoları konuşuyor bir yandan son çare kurtarabilecekleri malları kurtarmaya çalışıyorlardı. Nafileydi. İçlerinden bir tanesi Ali’ye “Nerede kaldın? Yine geciktin. Su basmış, şu hale bak, mahvolduk.” diye serzenişte bulundu. Ali tepkisiz kaldı ancak bir cevap vermese bile hareketsiz kalamayacağının farkındaydı. Diğer işçiler gibi işe koyuldu ve aynı nafile çabaya girdi. Bir işe yaramayacağını bilse dahi bu akşam eve döndüğünde evde kendisini bekleyen yaşlı annesine bir baltaya sap olamamış oğlu olarak işine son verildiğini söyleyip annesinin gözlerinde kırk yıllık bozuk plak gibi tekrar eden hayal kırıklığına rastlamak istemiyordu. Annesi ve kendisine bakmakla yükümlü olduğu gerçeği de cabasıydı. Tüm gün boyunca yalandan da olsa bu kazayı çok önemsiyor ve patronların bu felaketten en az hasarla çıkması için namuslu ve çalışkan bir işçi olarak elinden geleni yapıyor gibi davrandı. Kırk yıldır dünyada var olan biri için -mış gibi yapmak çok zor değildi.

Uzun bir iş günü daha bitmişti ancak gün hala devam ediyordu. Depodan çıkıp tramvaya binecek, Konak tarafına geçecek ve İpek’le buluşacaktı. Çok yorgundu fakat belki on gün vardı ki İpek’i görmemişti. Gitmek zorunda olduğunu hissediyordu. Kıyafetlerini, tenini kokladı. Depodaki rutubet kokusu üzerine sinmişti. Leş gibi kokuyordu. Tramvaydan inip biraz yürüdükten sonra buluşacakları yere geldi. İpek çoktan gelmiş, kim bilir demlikte kaç saattir bekleyen bayat çayı yudumluyordu. Her zamanki gibi çok güzel görünüyordu. Her zamankinden daha güzel görünüyordu. Günlerce çalıştığı bir oyunun prömiyer gerginliğini taşıyor gibiydi. Gerçek değildi. Nedendir bilinmez içinde bunun İpek’i son görüşü olduğuna dair bir his belirdi. İzlediği filmlerde işlenen vedalara has bir mükemmelliği vardı. Yanına gitti. İpek ayağa kalktı, sarıldılar, biraz gönülsüz bir sarılmaydı bu. Elleri ve kolları rüzgar gibi Ali’nin sırtına değip geçmişti. “Çok beklettim mi seni? Depoyu su basmış, bütün gün canım çıktı. Kusura bakma.”

Önemli değil Ali.

Ali şimdi annesinin gözlerinde yıllardır tekrar eden hayal kırıklığını İpek’in gözlerinde görüyordu.

“Lafı fazla uzatmayacağım Ali, yorgun görünüyorsun. Ben daha fazla bu ilişkiyi sürdürecek gücü kendimde bulamıyorum. İki kişiyiz ama bu ilişkiyi tek başına yaşıyor gibiyim. Sorumsuzsun, bencilsin, sanki hayatta ben de dahil senin içini kıpır kıpır edecek hiçbir şey kalmamış gibi. Belki bir gün biter, geçer dedim ama bitmek bilmeyen bir yas içindesin. Ben artık seninle sebebini bilmediğim bir yası tutmak istemiyorum. Hoşça kal.”

İpek Ali’nin yanağına bir öpücük kondurup uzaklaştı. Artık herhangi bir ölçü birimiyle ölçülemeyecek kadar uzaklaşıp küçüldüğünde İpek’in arkasından bakmayı kesti. Garson ruj izinin olduğu çay bardağını aldı, çay tabağının kenarında birkaç metalik saklandığı yerden çıkmış, dalga geçer gibi Ali’ye bakıyordu.

Sen siyahsın. Beyazsın sen, grisin. Turuncusun. Sarısın. Kırmızısın biraz. Mavisin.

Hiçbiri değildi. Söyledikleri doğru mu, düşünmeyecekti. Eve gidip annesinin hayal kırığı rengi gözleriyle karşılaşmadan öylece dizlerine yatıp elleriyle onu iyileştirmesini istiyordu.