Işıklardaydı. Karşı kaldırımdaki genci süzdü. Üzerindeki hâkî gömlek, siyah kazak, ayağındaki tozlu postal. Düşündü. Böyle zamanlarda düşünürdü zaten. Böyle zamanlar? yanan tütünün gözlerinde bıraktığı acıyla kıvrandığı, buğulu gözleriyle ufukları süzdüğü, cebindeki yıllanmış sigara tablasını kullandığı ilk zamanlar. Mıydı? dedi. İçinden. Ölürken gözlerinden geçtiği iddia edilen film şeridi, karşı kaldırımda gördüğü çocukla gözlerindeydi. Ölüyor muyduk? Günde en az üç defa. Süzmeye devam etti genci. Neredeydi? Hayatın ve zamanın zıtlıklarla beraber itelediği ve ötekileştirdiği kendisi, tam şu an kendisine düşman belirlediği ışıklarda. Kendini aydınlatan bütün aydınlatıcılardan kaçarken burada tıkılı kalmıştı, ışıklarda. Hayatı düşündü. Sabahın ilk ışıklarında onu cehenneme benzer yatağından kaldıran gerekçeleri düşündü.
Karşı kaldırımdaki genç, yıllarca kaybettiği sorgulamak yetisini hatırlattı.
Işıklar yandı. Genç yanından geçip giderken gencin de onu süzdüğünü fark etti. Karşı kaldırıma geçer geçmez tablasından sararmış bir sigara kâğıdı çıkardı. Eskimiş, kupkuru tütününden bir tutam aldı. Kafasını düşüncelerinden kaldırdı ve arkasına -ışıklara- baktı tekrar. Sigarasını sardı, yaktı. Boğuk havayı unutturan sigarasından çektiği dumanlarla evine doğru yola koyuldu. Yalnız bırakılmış köpek sürüleri, birbirine kur yapan ürkek ve cesur kediler gördü. Bir sigara daha sardı, yaktı. Bugün içtiği kaçıncı sigara olduğunu hesapladı. Aklı hâlâ gençteydi. Kendinden parça/lar görmüştü, gencin açık kahverengi gözlerindeki sapsarı ateşten, siyaha yakın uzamaya başlamış, uçları dalgalı saçlarından ve giydiği tozlu postaldaki toz zerrelerinden. Film şeridi yeniden oynadı gözlerinde.
Dersaadetin bunaltıcı, kalabalık bir o kadar boş olan sokaklarını; koluna giren sevgilisinin heyecanlı heyecanlı anlattığı olayları ve durumları düşündü. Onunlayken her şeyi unuturdu. Sevdiği kadını, heyecanına yenilmeden soğukkanlı bir şekilde onu dinlediğini sandığı zamanları anımsadı. Onu ne kadar sevdiğini düşündü. Ve ondan ayrılmak zorunda kaldığı o günü. Hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Her bitişin yeni bir başlangıca gebe olmadığını henüz anlamadığı zamanlardı. Şu an ise, ömrünce kaçtığı ışıklardan ilerlemişti ve genci düşünüyordu. Acaba onun da sevdiği bir kadın var mıydı? Bir kadını sevmek. Düşündü. Yaşadığını hissederdi belki insan sevseydi. Yaşadığını hissetmiyordu uzun zamandır. Bir genç dedi, içinden. Neleri anımsatıyor insana! Kendine bir kadını sevdiği zamanlara dair bir soru yöneltti. Manasız mıydı aklına gelen bu soru? Karar veremedi. Arka sokaklardaki batakhanelerde içtiği, kendinden gerçeği çalan otu ve sayısız birayı şu an içebilir miydi? Yanıtladı hemen. Bilemem. Kendi işitebileceği bir sesle. Şimdi içmeye kalksa ya parası yetmez ya bünyesi dayanmaz. Gence imrendi. Sorunun manası belki de buradaydı. Artık genç değildi. Karşı kaldırımdaki genç hiç değildi!
Yola baktı. Süzdü. Okula koşuşturan öğrenciler onu biraz daha düşünmeye itti. Ne vardı ki bu kadar aceleye değer? bu çaba ne içindi? Nazım’ın şair sayılmadığı yıllarda yaşamıştı okul hayatını. Çok zaman geçmişti. Nazım şimdi edebiyat derslerinde “büyük şair” olarak anlatılıyor. Ama bu sorgusu bir türlü değişmemişti. Bir şeylere koşturmak eylemi onda hep bir burukluk ve saçmalık uyandırırdı. Bununla beraber, yetişmek ne demekti, sadece dünü belli olan bir hayatta?
Bir sigara daha, dedi. Eve dönünce yazmayı hayal etti. Çok uzaklaşmıştı kalemden, kâğıttan hatta her şeyden. Rutine bağlamış ve düzensizliğini yitirmiş, düzenli, boğuk bir hayat. Düzenden nefret ederdi. Motivasyonunu düzensizlik ve yarının umrunda olmayışıyla sağlardı. Şimdiyse sabahın ilk ışıklarında yatağından çıkıyor ve ay sonunu düşünüyordu. Değişmişti. Zorunda kalmıştı. Artık genç değildi, ne acı! Dünü, bugünü ve yarını aynıydı. Bıkkınlık. Bir genç, dedi. Neleri fark ettiriyor?
Yolunu değiştirdi. İşe gitmekten vazgeçti. Bulduğu ilk tuvalete girdi. Girişte istenen iki lirayı verdi. Kapıdan girince kirden matlaşmış aynada kendine baktı. Saçları yer yer dökülmüş, kalanlar da beyazlamıştı. Sakalları uzamış. Hiç mi aynada bakmamış kendine? Bilinçaltı, bilinçsizce; olduğu kişiden nefret mi ediyordu? Ondan mıydı bu bakımsızlık? Tuvaletten çıktı. Kolonyayı uzatan, tuvalet görevlisini süzdü. Hela bekçisi olmak nasıl bir yaşamın sonucu olabilirdi? Kim hela bekçisi olmayı tercih ederdi? Kolonyayı önce eline sonra yüzüne sürdü. İki liramın bedeli dört beş damla kolonyaymış, dedi, gülerek. İlerledi. Yolunu dahi zar zor hatırladığı berbere doğru ilerledi. Sabahın ‘’koşuşturmacası’’ yerini sessizliğe bırakmıştı. Sokaklar artık kedilerin, köpeklerin ve uçuşan kuşlarındı. Birkaç kere yanlış sokaklara daldı. Acelesi yoktu. Uzun zaman sonra yaptığı yanlışlarla bu kadar mutlu oluyordu. Acelesi yoktu!
Nihayet berbere geldi. Berberden içeri girer girmez neden uzun zamandır berbere gitmediğini fark etti. Berberin muhabbet kurma çabasını takdir ederdi ama berberle kurulan muhabbetten de bir o kadar nefret ederdi. Berber konuşuyor, o susuyordu. Sadece nasıl keselim abi sorusunu yanıtladı. Sustu. Bir süre sonra berber de sustu. Bu durum buruk bir mutluluğa sebep oldu. Berbere tıraşının bedelini uzattı ve berberden çıktı. Bir sigara daha yaktı. Çok sigara içiyordu. Acaba genç de sigara içiyor muydu? İçiyorsa ne acı! Hatalarını düşündü. Gözleri doldu. Ağladığını kabul edemedi. Sigara dumanı gözüme kaçtı, diyerek kandırdı kendini. Umudunu yitirmişti. Kendini kandırıyordu artık. Utandı, sıkıldı. Sokaklardan geçti yine. Bir düzene tabî olduğundan beri, bu şehirdeydi. Ama bu sokaklara hiç girmemişti. Bir burukluk kapladı içini. İşe gidiş yolu ve yaşadığı semt dışında hiçbir yeri bilmiyordu. İçten içe kendine duyduğu nefret, ona bu kadarını yeterli görmüştü. İçten içe bildiği bu nefrete rağmen yıllardır kendini kandırıyordu.
Sonunda evinin sokağına geldi. Yol boyunca düşündükleriyle ağırlaşan kafasını taşımak yormuştu. Evine girdi. Önce mutfağa uğradı. Biraz çay haşlamayı düşünüyordu. Kafasının ağır gelmeye başladığını anladı. Elindeki çay paketini tekrar dolaba koydu. Artık kendini kandırmayacaktı. Buzdolabını açtı. Mutlu hissediyordu. Ama umutsuz bir mutluluk, bu. dedi. Geçen sene, doğum gününü kutlamak için gelen iş arkadaşlarının getirdiği kırmızı şarabı çıkardı. İçmek için çok erkendi. Yalnızca saat olarak, diye geçirdi içinden. Umutsuz mutluluğu yerini korkuya bıraktı. Geç kalınmış, kalmışım.
Gençti ve geçti adamı, umursamamaya çalışarak. Geleceği için çok fedakârlık yapıyordu. Sokaktaki bir adam, onun ilgisini çekemezdi, çekmemeliydi, çekti. İlginç gelmişti adam. Sabahın bu saatlerinde koşuşturan çok insan görmüştü. Ama bir farklılık vardı karşı kaldırımda gördüğü adamda. Diğer insanlara benzetemedi onu. Yüzündeki ifadeyi, giydiği takım elbiseyi çok görmüştü. Memnuniyetsizlik mi? Değildi. Hayatından memnun olmayanlara benziyordu. Evet. Ama farklı bir memnuniyetsizlik. Ne vardı bu adamda? Arkasına baktı. Adam sigarasını sarmış, tablasını cebine koyuyordu. Sigarayı yeni bırakmıştı. Kendi kendine, gününün ilk anlarını etkileyen bu adama kızdı. Sigara içmemeliydi. Bir yandan da hak verdi. Kim bilir ne zamandır içiyor, nasıl bırakabilir ki? Adamı düşündü. Düşündükçe yaş aldı. Koştu. Neye geciktiğini bile bilmeden koştu. Çaresizlik, alışılmış çaresizlik. Umut, gelecek, yorul-, gençlik… bu kelimelerle beladaydı başı. Belâyı reddederdi. Yanından geçen adam tüm bunları düşündürdü. Arkasına baktı, tekrar. Neden karşı kaldırıma geçen bir adam onu bu derece etkilemişti? Adam gitmişti çoktan. Düşündü. Gelecekte bu adam gibi mi olacaktı? Geleceği kesin olmayan gelecek için bugünü harcamak, doğru muydu?
Sonunda dershaneye gelmişti. Yorgun hissediyordu. Kendini bildi bileli yorgundu zaten. En çok bundan şikayetçiydi hayatında. Bitmek tükenmek bilmeyen yorgunluk! Hayattan zevk almıyormuş gibi görünürdü dışarıdan. En azından insanlar böyle söylerdi. Yorgunum derdi. Ardına eklenirdi; ‘’Ne zaman geçecek bu yorgunluğun?’’. Bu soruya yanıt vermezdi. Yanıtı bilmediğinden değil, insanlarla paylaşmak istemediğinden. Hoca sınıfa girdi. Ders başladı. Ders başlayınca aklına ne karşı kaldırımdaki adam geldi ne de yorgunluğu. Dershaneden çıkıp eve her gidişinde bu durumdan şikayet ediyordu. Robotlaştım! Haksız sayılmazdı. Manasız geliyordu bu kadar çaba. Özellikle sabah gördüğü adamdan sonra. Eminim dedi, içinden. Bu adam da geleceği için çok çabaladı. Ama geldiği nokta belli. Işıklarda, yeşil ışığı bekliyor. Benimle. Aynı noktadayız. Sadece o daha iyi giyimli. Ama yorgunluğumuz, yüz ifademiz aynı. Daha iyi giyinmek için mi bütün bu çaba! Bir isyanı vardı. Bir karşıtlığı. Ama bir yere kadar. Çünkü teneffüs bitmiş, sınıfa geri dönmesi gerekiyordu. Sınıftaki insanların konuşmasını duydu. Geç gelen arkadaşı, geç gelme sebebini anlatıyordu;
Tam kahvaltı masasından kalktım, üzerime ceketimi giyeceğim; bir ses duyduk. Patlama sesi gibi. Önce korktuk, sesin geldiği yere bakmaya. Ne olduğunu bilmediğimiz için. Sonra merakımıza yenildik, mahallece. Hepimiz sokağa dökülmüştük Sorgulamalar, koşuşturmacalar… Sokağın başından geldi ses, dedi, içimizden birisi. Etrafa bakındık. Köşe başında oturan, etliye sütlüye karışmayan adam dışında herkes dışarıya dökülmüştü. O evden gelmiş olmalıydı bu ses. İkna olmadık önce. Çünkü, neredeyse hiçbirimiz orada birisinin yaşadığını bile bilmiyordu. Her neyse, evine gittik. Kapısını çaldık. Açan olmadı. Evde yok herhalde, ses bir arka sokaktan gelmiştir belki. dedik. Camdan baktık; boş bir şarap şişesi, elinde eski bir revolver ile uzanmış, kanlar içinde bir adam.