Mia aioniotita kai mia mera – Theodoros Angelopoulos (1998)

Film mini bir düşünce haritasını açarak başlıyor. “Zaman bir çocukmuş, deniz kenarında deniz kabuklarıyla oynayan”. Heideggerci anlamda ifade edeceksen varlık ve zamanı düşünülmemiş olanı düşündürmeye iterek başlıyor film. Kahramanımız Alexandros ertesi gün hastaneye yatacak hasta bir şairdir. Hastaneye yatmadan evvel sevdikleri ile görüşürüz. Her sabah, rutin haline gelmiş karşı apartmandan yansıtma müzik sesi, Alexandros için belirsizliği perçinleyen ve yarını arzulayan bir gösterge olarak filmde yerini alır.

İletişim Alexandros’un bir Arnavut çocuğu arabasına alması ile başlar. Daha sonra Alexandros geçireceği son günü bir anda onun için harcıyor olarak bulunur. 1991’de Yugoslavya iç savaşı sonrası sokaklarda çetecilikler devam ederken ailesini yitiren birçok çocuk gibi Arnavut çocuk da arkadaşı ile birlikte Yunanistan’a kaçarlar. Filmin bu kısmını Arnavut çocuğun anlatımı ile dinleriz. Büyükler kaçarlarken poşetler bırakmışlardır ve sınır bölgesi mayınlıdır. Mayınlara basmamak için yol üzerine taş atarak, kontrol ederek sınıra ulaşırlar.

Alexandros bu sırada derin bir varlık problemi içindedir. Hem dilsel bir açmaz içinde hem de zamansal sıkışmışlık içindedir. Bu da müthiş bir Heideggerci bağlamda şöyle ifade edilir: varlık dünyaya düşmüşlüktür ve bu da dünyaya düşmüşlerle bir kıyaslama içine girmeye teşvik eder. Bu da yabancılaşmayı doğurur. Bu yabancılaşmanın da nihai pozisyonu da kendini anlamak ve varlığı anlamlandırmaktır. Böylece Arnavut bir çocuk- Alexandros – Yunan şair Solomos arasında hem fiziki hem de psişik bir üçgen oluşturur. Buradan da xenitis yani yabancılık kelimesi üzerinden alış-veriş gerçekleşir.

Sinematografi bu sekansla düğünde tellere çıkan çocuklar arasındaki ilişkiyi ya da eşliği müthiş keyifli bir biçimde bize sunmuştur.

Buradan sınırlar üzerine devam edelim istiyorum. Sınırlılıklarımız bizi o varlık-zaman uğraşındaki yabancılaşma duygusunu titreştirir. Yabancılaştıran şey sınırlarla birlikte dilimizdir ve Solomos’un tamamlayamadığı, yarım bıraktığı şiir gözümüze bu anlamı ile tekrardan sokulur. Filmden de alıntı yapacak olursak, “Neden sadece kendi ana dilimi konuşma lütfu bulunca kendimi evimde hissettim?” der Alexandros. Bu tartışmayı da Suriye-Türkiye sınırı arasındaki ilişkiye çekmekte fayda görüyorum.

Angelopoulos’un Balkan sineması ve Balkan sınırlılığı üzerine yaptığı tartışmayı bugün pekala Suriye-Türkiye sınırı için de yapabiliriz. Eksik ve tamamlanmamış arapça şiirler ve hikayeler de bizim geçmişteki deneyimlerimizle birlikte sonsuz bir güne taşır. Acının temeli bizatihi dünyanın kendisidir diyor Heidegger. Bu kader Arnavut çocuğunkine oldukça benzer bir biçimde okunabilir. Eminiz ki Alexandros’un annesi onu çağırırken kendimize benzer bir hikaye olarak gördük. Bu benzeşim yalnızca kendimize içkin değil oldukça sınır ötesi bir benzeşimdir.

Bu sınırlılık aslında bize dilin sınırlarını da filmde verir. Arnavut çocuk ve Alexandros arasında bir kelime satın alma işlemi görülür. Solomos’un bağımsızlık mücadelesinde ana vatanına dönmesinden sonraki çabalamaları gibi. Yahya Kemal’in de bir kelimeyi yıllarca beklemesi geldi aklıma bu alış verişi izlerken. Alış verişteki sevdiğim kelime korfulamu oldu. Korfulamu tam kelime karşılığı, “bir çiçeğin kalbi” olan bu sözcük, angelopoulos’a göre annesinin kolları arasında uyuyan çocuğu ifade etmek için kullanılır. Bu da savaşın ve dilin arasındaki özneler-arasılığı şiddetli bir biçimde konu ediyor. Anne kucağında olmak geri dönülemez eşsiz bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor ve mülteci ve yerli arasında da (Arnavut çocuk ve Alexandros arasında) biricik bir ilişki olarak gerçekleşiyor.

Alexandros ve Arnavut çocuk filmin sonlarına doğru bir otobüse binerler. Bu otobüs dış dünyadan korunmuş, izole bir dünyayı anlatır. Sevgi ve politika aynı otobüste bulunabilirler. Sarı bisikletliler de otobüse daima eşlik eder ve onlar da Angelopoulos’un röportajına binaen söyleyecek olursak kader melekleridir. Solomos da biner otobüse ve bu flashback olarak değil doğrudan hayata nüfuz eder biçimde gerçekleşir. Geçmiş şimdiyi ziyaret etmektedir. Bu misafirlik filmin diğer bütün kısımlarına yayılmıştır. Geçmiş apaçık bir biçimde işlenmez, onun yerine misafirlik-ziyaret olarak gerçekleşir.

Alexandros son sekansta planlarından bahseder. Yarın hastaneye gitmeyi redddettiğini söyler açık bir şekilde. Varlığının idaresini zamanın sonsuz seyrine bıraktıracak o cümleyi duyarız eşinden, yarının ne kadar süreceğini sormasının sonrasında duyduğumuz o cümle: “sonsuzluk ve bir gün kadar”.

Çağatay Ünal