Akciğerlerime çakmak tutulurmuşçasına alev alan içim sebep oldu gecenin 03.07’sinde uyanmama. Uzun bir süre, dışarıda yağan karın etkisi sebebiyle odama dolan ve insanı kaskatı eden soğuktan dolayı titredim. İçimde dindiremediğim alev vücudumun her zerresine dağılıyor, odaya dolmuş keskinliği elimine etmeye başlıyordu. Kısa bir müddet, zifiri karanlıktan göremediğim ama orada olduğunu bildiğim beyaz kabarcıklarla dolu tavanıma bakıyordum. Belki de hiçbir şey bu kadar beyaz bu kadar saf olamaz diye geçiriyordum içimden. Tıpkı yanımda yatan kadınla birkaç yıl önce başlayan ilişkim gibi. Kafamı çevirip onu izlediğimde ne kadar masum göründüğünü düşünüyor, uyanık halinde de böyle olmasını arzuluyordum. Bu arzu istenci beraber geçirdiğimiz gündelik yaşantımızın gerçeklerini hatırlayınca tuz buz oluyordu zira içi de dışı da beni yakıyordu. Belki de ona en çok yakışan bu yarı ölülük haliydi.

Koma’yı uyandırmamak için üzerimdeki yorganı yavaşça onun üzerine kaydırdım ve odamdaki soğuğun, burnumdan aldığım hava eşliğinde içime işlemesini hissettikten sonra salonumda duran ikinci el yaylı kanepelerden birine oturdum. Paslı koltuk yaylarının kalçama yaptığı basınç, her saniye içinde bulunduğum evden kaçıp gitme isteğini uyandırıyordu bende. Hâre’yi düşlüyordum. Beynimin canlı olan her nöronunda onunla geçirdiğim dakikalar görselleşiyordu. Evet, başka bir imkânsızlığı seviyordum.

Henüz lisans talebeleri olduğumuzdan kırk sekiz metrekarelik bir evde yaşıyorduk. Koma, her ne kadar teoride lisans mezunu olmuş görünse de bütün derslerini ailesel ve bilhassa benimle yaşadığı problemler sebebiyle verememiş, boş zamanlarında ev masraflarını karşılamak için özel bir mektepte ilkokul talebelerine yarı zamanlı öğretmenlik yapan egosantrik, duygularının esiri olmuş, irrasyonel bir kadındı. Üç yıl önce başlayan ilişkimiz günden güne cehenneme basamak işliyor gibiydi. Birbirimize katlanmamızın en büyük nedenlerinden biri, hayatlarımızı idame ettirme işlevini birbirimiz olmadan yapamayacağı illüzyonuydu.

Koyu kahverengindeki ikinci el kanepemden kalkıp sessizce lavaboya gittim. Geçmişimi iki avuç suyu suratıma çalarak temizledim. Bir süre aynadaki yüz hatlarımı ve tenimin altındaki benliğimi inceledim. Nereden baksanız makul olmayan, sürüde belirli bir konum edinmiş sıradan bir vatandaş, yaşamın dinamiklerine tutunmaya çalışan aciz bir varlıktım. Kendimi kendime açıklayamayacak kadar korkuyordum. Sanırım içimdeki yangının sebebi geçmişim değildi. Evimden sekiz blok ötede verdiği her nefesle dünyamı değiştirme potansiyeline sahip bir kadındı.

Doğum gününün yaklaşmasıyla beraber ondan gizli yaptığım hazırlıklar bitmek üzereydi. Maddi kısıtlamalardan ötürü her ne kadar istediği kazağı alamasam da büyük bir hevesle küçük bir albüm hazırlamıştım içinde çekindiğimiz fotoğraflarla dolu olan. Onun evde olmadığı zaman dilimlerinde de kendimce bir pasta hazırlayacaktım. Bir akşam somurtarak girdi küçük sığınağımıza. Annesiyle yaşadığı tatsız diyaloğu anlattı uzun uzun. Sessizce, gözlerine bakarak dinledim onu belki bir hal çare bulurum umuduyla. Çözüm önerilerimi ve yaklaşımlarının kendimce nasıl olması gerektiğini paylaştığımda beni dinlemezlikten gelerek akşam için ne yemek hazırladığımı sordu. Bir süre şaşkınlığımı içimde yaşadım ve ona yemekte Akdeniz salatasıyla beraber haşlanmış tavuk hazırladığımı söyledim. Haşlanmış tavuk sevmediğini ilk defa öğreniyordum, tanıştıktan dört ay sonra. Yemek esnasındaki sessizlik, Koma’nın gün içerisinde sınıftaki kız arkadaşlarından biriyle yaşadığı muhabbeti anlatmaya başlamasıyla bölündü. Kız arkadaşına geçen hafta yapılan görkemli doğum gününü anlattı bana, ardındansa tıpkı onunkine benzer bir doğum günü istediğini. Ertesi gün, aylığımdan kalan birkaç lira ile istediği süs eşyalarından sadece bir kaçını alabildim. Büyük bir heyecanla iyi olduğumu düşündüğüm kek yapma hünerimi onun için sergilemeye koyuldum. Kutlama, sırf o istediği için yapılmış algısına dönüştüğü için yapılanlardan tatmin olmadı. O gün ilk basamak döşenmişti benim için.

Kıyafetlerimi almak için odama girdim ve alabildiğim en kalın parçaları gardırobumdan çıkardım. Üstümü değiştirdikten sonra dışarıya adım atacağım dış kapının sesi duyulmasın diye derin dondurucudan farksız odamın kapısını kapatmaya yeltendim fakat Koma’nın yarı ölü hali kıpırdamaya başlayınca bu eylemden vazgeçtim. Kırmızıçizgili siyah kazağımı kafamdan geçirirken Hâre’yi düşlüyordum. Elimi tuttuğunda vücuduma yayılan adrenalinin yarattığı sıcaklık sardı bedenimi. Narin ellerini tutup gözlerine bakmayı istiyordum. Sabırsızlığım tedirginliğe dönüşüyordu. Onun yanında olmadığım her salise, koca asırlar çalıyordu sanki ömrümden. Dayanamıyordum…

Dayanamıyordu artık ailemle tanışmak için. Beraber geçirdiğimiz aylardan sonra ilişkimizin daha yüksek bir seviyeye çıkması gerektiğini düşündü kendince. Dilediği oldu fakat bir diğer basamak daha eklenmişti onunla olan ilişkimize çünkü tanışma seremonisi O’nun annemle olan tartışmasıyla sonlanmıştı. Kendimce annelik kavramının zihnimde yer etmiş, tanımlanamaz tanımını eklemeden söyleyebilirim ki, Koma beni bu olaydan sonra bir tercih yapmaya itmiş, ya onunla ya da annemle devam etmem gerektiğini ima etmişti.

Üstümü giyindikten sonra yavaş adımlarla demir kapıya yöneldim ve kilidi açmak için parmak uçlarımda o keskin soğuğunu hissettiğim anahtarları çevirmeye koyuldum. Anahtarın kilitle olan bağlılığını sessizce koparmaya çalışıyordum. Ses çıkmaması için anahtarı o kadar sıkı tutuyordum ki parmaklarıma uyguladığım basınç sebebiyle parmak uçlarımda, yerinden çıkmaya hazır kalbimin pompaladığı kanın nüfuz etmediğini hissedebiliyordum. Bu esnada, yaşamımın yetişkinlik dönemine kadar her evresine şahit olmuş, beni bugünkü ben haline getiren güzel bir kadın geldi aklıma. Annem… Yaklaşık üç ay önce iltihaplı omurga romatizması teşhisi konulduğunu haber almıştım fakat onu görme cesareti bulamamıştım kendimde. İçimde fazlasıyla hissettiğim duygusal boşluğa rağmen yaşadığım duygu yoğunluğuna bir de üzüntü eklenmişti. Yaşamsal faaliyetlerini sürdürebilmek için gerçekte etçil olan koca bir martının karnını doyurmak için hücum ettiği ekmek kırıntıları gibiydim. En ufak bir hatamda mideye indirilebilirdim.

Hâre düştü aklıma yine. Gözünün önüne düşen bukle saçlarının ardından bana buğulu gözleriyle nasıl baktığı… Odaklandım ve büyük bir soğukkanlılıkla kapının kilidini açtım. Demir kapıyı araladığımda suratıma bir tokat gibi vuran soğuk karşıladı beni apartmanda, titredim. Kapıyı açtığımda yaşadığım süreci, kapıyı ardımdan kapatırken tekrar yaşamamak adına atik davrandım ve bir yara bandı çeker gibi kapattım her şeyi. Uzun bir aradan sonra ilk defa bir kişilik, bir duruş ve tercih filizleniyor; geleceğime, geleceğimize dair umutlar yeşeriyordu içimde. Kendim olabilme başarısı hissediyordum. Merdivenleri olabildiğince hızlı inip dışarı attım kendimi. Yüzüme havanın keskin soğuğuyla beraber oturduğum yerin yakınındaki fabrikanın çevreye yaydığı çürümüş balık kokusu çarptı. Gökyüzünün karanlığı aydınlığa dönüşmek üzereydi. Nefes almadan koşuyor, kaldırımlarda tutmuş karların üzerinde dengemi sağlamaya çalışıyor ve yüreğimi ağzımda hissediyordum. Bir gece çok sevdiğim bir dramayı ona anlatırken dizimde uyuyakalışını hatırladım aniden. Saçlarını okşayıp onu öpüp kokladığımı… Ah kadınlar! Uyurken ne de masum oluyorlardı. Bir anda onun garajının önünde buldum kendimi. Ne yüreğimi ne de ciğerlerimi hissedebiliyordum. Tek hissettiğim ona beslediğim heyecandı. Daha önceki buluşmalarımızdan birinde ona sürprizler yapmak adına arakladığım yedek anahtarını çıkardım cebimden. Binanın dış kapısını açıp üçer üçer çıktım merdivenlerden. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu ve sonsuz mutluluğun kapısını aralamak üzereydim. Derin uykusundan uyandırmaya kıyamadığımdan yavaşça açtım kapıyı. Gözüme ilk ilişen siyah bir erkek ayakkabısıydı. Bu ayakkabının ev arkadaşının kısa zamanlı flörtlerinden birine ait olduğunu düşünerek kenara ittim. Hâre’yi korkutmamak adına biraz soluklanmayı tercih edip kendimi rutubet kokan mutfağa attım zira soluk soluğa kalmıştım. Ahşap dolaptan kendime bir cam bardak çıkartıp sürahiden kendime su doldurdum. Pencerenin önüne geçip doğmakta olan güneşi izledim kısa bir süre. Sonunda gerçek bir ışık kaynağı devralıyordu görevi tıpkı birkaç adım uzağımda nefesini hissettiğim kadın gibi. Bu zamana kadar yapmış olduğum seçimlerin ne denli mantıktan uzak oluşunu düşünüyor, hayatımda daha önce neden böyle bir cürete yeltenmemiş olduğumu sorguluyordum. Kendim hariç herkes tarafından yönlendirilmiş olmama kızıyor ancak bir daha böyle bir şeye izin vermeyeceğime duyduğum inançla sevinç duyuyordum.

Düşüncelerimi dakikalar önce açtığım dış kapının kapanma sesi böldü. İçeri girerken ittirdiğim ayakkabılar yoktu. Holden geçerek Hâre’nin odasına gözlerimi diktim. Kapısı aralıktı. Fıstık yeşili bir battaniye altında duvara dönmüş yarı çıplak halde yatıyordu. Yanına sokulmak, onunla aynı senkronda nefes almak istiyordum. Ürkütmemek adına usulca adını seslendiğimde ani bir hareketle bana doğru döndü. Yüzünde ruh görmüş bir şaşkınlık vardı. Adeta kim olduğumu bilmeyen komaya girmiş birinin yüzü vardı suratında. Bir anda ağlamaya başladı. Gözyaşlarının yere damlama sesleri yerini hıçkırıklarına bıraktı…

Bense zihnimdeki varlığımdan gözyaşlarımla kurtulmaya çalışıyordum artık. Her geçen gün damlalarca akıp gidiyordum kendimden.

 

Furkan Kılıçkap