Bazen tanımadığımız bir şeyi, bilmediğimiz bir yeri, geride bıraktığımız sıkıntıyı, imkansızı özleriz ya, işte öyle bir kapının eşiğindeyim… Dışarıdan aydınlık ve kocaman görünen bir kapı, Guliver’in dünyası gibi gizemli… Ancak içeri girdiğimde belli ki her şey çok karanlık! Feda edilebilir mi elimdeki aydınlık bu özleme?.. Belki içerinin güneşi farklı doğuyordur, belki kutup gibi çoook karanlık gündüzler vardır o kapının ardında. Ve beni savunmasız bırakan bu merak duygusu, oyuncak isteyen inatçı bir cocuk edasıyla eteklerimi degil beynimi, yüreğimi çekiştiriyor… Bilmek istiyorum her şeyi, öğrendiklerim canımı yaksa da “bilmek” diyorum ne büyük erdem. Garip canlılarız biz? İnsan hiç yaşamadığı bir dünyayı, hiç tatmadığı bir yemeği, solumadığı havayı, hiç görmediği gözleri, dokunmadığı teni, özler mi?.. Özlermiş… İnsan yaşadıklarını, çocukken -rüzgarın etkisiyle- ayaklarını gıdıklayan perdeyi, yalnız yürüdüğü okul yolunu, bir kupa çay içmek icin çıktığı onca merdiveni, uzuuuuun ve geceden kara saçlarını özlermiş… Sadece geçmişi degil, hayalini kurduğu geleceği de özlermiş… Şimdi üstünden onca zaman geçmiş, bunca özlenecek şey varken neden seni özler insan? İste beni “yolun çok ters” olduğuna ikna eden sebep… Özlenecek, geride kalmış onca eski şey varken neden yeni?.. Bence de “yol çok tersti” ama ben o yola girdim…
Sema Deniz