(Düşün.
Neden düşünmüyorsun?
Korkuyorsun.
İstemediğin şeyleri bilmekten, haklı çıkmaktan korkuyorsun. Benliğini senliğine sıkıştırmış halde yırtarcasına çıkacağın vakti bekliyorsun; kozanın etrafında ikinci ve/veya daha fazla koza olmadığını umarak. Farkındalığın bir toksin gibi etki edeceğini, hayata kendini ve hayatı kendine bırakarak yaşamanın rahatlığını yavaşça çürüteceğini biliyorsun.
Soludun.
Farkındalığı soludun.
Düşündün.)
Bazen hissettiklerimi basitçe yazmak istiyorum. Kafamda ters takılmış kep ve boynumda fularla dolaşan stereotype’laşmış bir sanatkâr değilim ki ben. Her kelimeyi uçurtup kaçırtamam. Oturmasını kalkmasını bilen cümlelerim olsun isterim derdimi anlatırken. Klavyeye parmaklarım oturduğunda, boş Word dosyası elini omzuma koyuyor ve “anlat” diyor. Soludukça havadaki şu güvensizliği ve kararsızlığı, midem bulanıyor ve kâğıda kusuyorum. Güvensizlik gaz kokusu gibi eğer ki merak ediyorsanız, “yoksa” diye sordurtan tedirgin eden bir koku; kararsızlık (ya da “kendinden emin olamama”) ise evin kapısına geldiğinizde içeriden gelen “kumarvari” kokudur. Hani yorgun bir günün ardında anahtarı kilitte döndürürken burnunuza aynı anda hem en sevdiğiniz hem de en sevmediğiniz yemeğin kokusu gelir ya; o noktada annenizin yaptığı yemek burnunuz ve mideniz için kumardır. Patlıcan musakka mı yoksa bolonez soslu makarna mı? Sorumlu burnunuzdur, yani sizsinizdir.
“126 kelimedir ne anlatıyorsun dallama” dediğinizi duyar gibiyim, o yüzden fazla uzatmadan başlasam iyi olacak…
Kulaklığımı çıkarıp masanın üzerine bıraktım. Bilgisayar sandalyesini, kendimi topuklarımla geriye iterek masadan uzaklaştırdım. Ekranda yeşil bir “KAZANDINIZ” yazısı vardı, şu sıralar kafamı dağıtmaya yarayan tek şey her el birkaç kişiyi vurup oyun sonunda şu yazıyı görmek;
“KAZANDINIZ!”
Keşke tam olarak neyi kazandığımı bilseydim.
Bilgisayar masasının arkasına yapıştırdığım yılbaşı ışığının loş aydınlatmasında bir süre sol tarafımdaki yatağın yapışık olduğu duvarın bej rengi boyasına daldım. Born For One Thing nakaratı yankılanır gibi oldu kulağımda. Ve işte kavga dövüş her zamanki gibi tam da bu anda başladı.
Zihnimin içerisinde bir grup insan. Kimini tanıyorum, kimi beni tanıyor, kimiyle daha hiç karşılaşmamışız. Bazısının sadece simasını biliyorum, bazısının orada burada adını duymuşluğum var ve hepsi bu. Kan var bir yerlerde, bir kargaşa hâkim. Normalde her grupta bir tane ele başı olur, ortaklaşa bir yere oturunca siparişi veren, etkinlikleri planlayan, uzun eşek oynarken yastık olan, o kişiyi bildiniz, tanıdınız; sizin de var öyle bir arkadaşınız. Heh, işte burada öyle biri yok. “İş başa düştü” diyerek yaklaşıyorum hararetli güruha…
“Aman” diyorum “arkadaşlar ne yapıyorsunuz” diyorum; “az sakin olun.”
Birbiri ile geçinemeyen bir zihin dolusu insan düşünün, hepimizin buluştuğu tek ortak payda var;
Hepimiz benden nefret ediyoruz.
Eli kanlı Kaos, kalabalığın arasından bana doğru yürümeye başladı. Çekimini hissediyordum. O yürüdükçe kalabalık seyreldi. Hayır, kaos yürüyor diye sağa sola çekilmediler. Kaos, önünde duran herkesi tek eliyle biçerek bana doğru ilerliyordu. Zihnimdeki kalabalık yavaşça ceset yığınına dönüşüyordu ve kimse kaçmıyordu. Biz buna “alışmışlık” diyoruz. Zihin bu. Ölen ölü kalmıyor, acı hissetmiyor; zamanla yeniden doğuyor ve büyüyordu. Etten kemikten duygular, istekler, temenniler, keşkeler ve niceleri. Kemikler kırıldı, etler ayrıldı ve kanlar aktı, Kaos’un tek eli buna yetiyor da artıyordu.
Gayet iyi dekore ettiğimi düşündüğüm kafamın içi şimdi kan ve cesetlerle doluyordu ağır ağır. Turuncu ithal duvar kağıtlarım artık birer aksiyon resmine dönüşmüştü. Duvardaki “Düşmüş Melek” tablosu şimdi iki kat düşmüş vaziyetteydi. Ceviz ağacından yapılma (ben pek kullanmadığım için 12 köşeli yaptırdığım masamın üstüne düşen elmas taşlı avize (hayır gerçek elmasa param yetmezdi) masayı ortadan ikiye bölmüştü.
Maddi(/manevi) zararın düşünmekten odağı bozulan görüşümü birkaç göz kırpışı ile düzelttikten sonra, artık Kaos’u tamamen görebiliyordum. Siyah uzun elbisesindeki derin yırtmacı obsidyen karası sivri yüksek topuklularını göstermesini sağlıyordu. Teni rafine şeker kadar beyazdı, omuzlarından aşağı dökülen elbisesinin kolları dirseğinin bir karış üstünde son buluyordu. Kayık yakası omuzlarını ve kolunun üst kısmını keskin bir şekilde açıkta bırakıyordu; kalemle çizilmiş gibi gerdanı gözler önündeydi. Kedi misali çektiği eyeliner, gözlerine sığan evrenin sınırlarını genişletiyordu. Şekilli burnu, iki metre boyu, siyah ojeli sivri uzun tırnakları, davetkâr dudakları ve beline kadar gümüşi kıvırcık saçlarıyla sizi öldürmesini isteyeceğiniz yegâne kadındı Kaos.
O tek eli ile milleti doğrarken diğer elini görmem pek mümkün olmuyordu.
Çocuk.
Huzur.
Var olmak için ihtiyacı olan şey.
Beyaz, uçuş uçuş eteği ve sarı bukleleri vardı. Tombul bir kızdı. Beyaz pileli çoraplarıyla ayakları, yine beyaz babetlerin içinde mini minnacık duruyordu. Çoraplarına damla damla kan sıçramıştı. Babetleri yapış yapış kana bastıkça sümükümsü bir “vıcık” sesi çıkarıyordu Kaos’un topuklularının çivi gibi sesinin aksine. Kaos’un cinayet silahından hallice sivri tırnaklarından yere kan damlıyordu. Adım başına bir damla, şıp, şıp, şıp…
Hatırlarsanız ne demiştim; “Ölen ölü kalmıyor, acı hissetmiyor; zamanla yeniden doğuyor ve büyüyordu.” Çocuk, Huzur idi. Kaos’un zıttı. Ezeli düşmanı ve ebedi dostu. Kaos’un defalarca katledip tekrar tekrar doğurduğu çocuk. Huzur büyür, annesi ile anlaşamaz. Kaos çıldırır ve onu beyinden mideye kadar kovalar, midede onu elbet kıstırır ve son nefesini alır elleriyle… Sonra oracıkta Huzur’u tekrar doğurur. Kucağına alır göbek kordonunu dahi kesmeden ve mideden zihne tırmanmaya başlar. Huzur gelişir, değişir, büyür. Düğüm, kavga, ölüm, doğum…
Ben tırnaktan damlayan kan şıpırtısına öyle hipnotize olmuşum ki, aramızda bir metre kalmış olan devasa (ölüm) meleği(ni/mi) göremedim.
Yavaşça eğildi Huzur’un elini bırakmadan. Dudaklarımı öptü. Göründüğü kadar iştah açıcı değildi. Tadı. Demir gibiydi.
+“Ölen ölü kalmıyor, acı hissetmiyor; zamanla yeniden doğuyor ve büyüyordu.”
-“Peki ya daha çocukken, yeşermeden ölürse bir his, ne olur?”
+“Ölür. Sonsuza dek.”
Dudaklarımda kalan tat ile yüzümü ekşitirken gözümü yavaşça araladım. Kararmakta olan bir pençenin beyaz bir elbiseyi delişini şahit olacaktım ki gözlerimi sıkı sıkı yumdum.
Bir daha da açamadım.
“Günlerden bir gün, üniversite sınavı gibi oldukça rastgele bir zaman ve ortamda, bir cümle ile karşılaştım. Bazı insanların hayatları o kadar rahat olurmuş ki; gelişmek ve değişmek için kendi hayatlarını kasıtlı olarak baltalarlarmış. Kendi hayatında olmayan ve insanı güçlendiren o zorlukları, kendi elleriyle hayatlarına sokarlarmış. Buna benzer bir paragraftı. Okudum, ve dakikalarca boş boş karşımdaki tahtaya baktım. Tahtanın yeşili ormanı hatırlatsın ve rahatlatsın diye olabilir; ya da hemen yanındaki tahtanın beyazı mutluluk ve ölümü hatırlatsın diye.”