İsmimin manasını açıklayan bir dil var. Zamanımızda yalnızca benim konuşabildiğim. Bu dili çok eskiden konuşabilenler birer birer suya düştüler. Ölüleri görmemek için başını denizden yana çevirmeyenlere gücendi deniz tanrıçası, kuruttu tüm denizleri. Sevgili tanrıça; sonsuzlukta kıymetini bilecek birileri mutlaka olacaktır. İçimde ve dışımda izah edilemez haller vuku bulurken kirazların lezzetini bırakmamı, gözlerimi kapatmamı mı istiyorsun benden? Niçin?

Hiçbir alametifarikası olmadan ansızın tenhalaşan güne pencerelerinin ardından bakan yüzlerde, kafeslerdeki kuşların niyetlenip niyetlenip uçamayışlarını seziyorum. Susuz geçirdiğim bir yılın ardından damarlarımda akan türlü çeşit kimyanın efsununa yenik düşmeye mecbur oldum. Hatırımda ete kemiğe bürünmüş olan zaman sureti, belleğimde eskimeye yüz tutan bir nehri ve bin kahrı bir ateş misali harlıyor. Sevgili tanrıça; yıldızları ürkütmeden seyredebilecek gözlerimi taş yağsa aldırış etmeyecek bir vaziyete sokuyorsun. Niçin?

Ölülerle koyun koyuna yaşadığımızı bana şiddetle hissettiren bakışlar görüyorum. Bazen bakışlar dokunmaya ne kadar da benziyor. Bazen bakışlar hiç bitmiyor. Bu bir savaş. Beni vuran kim bilir kimin silahı. Bardakları deviren ve geçitleri geçilmez kılan çığırından çıkmış bu ayaklanmadan kör atlarla dörtnala koşarak kaçıyorum. Sevgili tanrıça; ölümü ve ölümlüğü terk edemiyorum. Buna rağmen yüreğimde her sabah uyanıp pencereyi aralayacak heves buluyorum. Niçin?

Ezelden beridir gördüğü rüyalarda kuyuya düşen çehrelerin karanlığı, kuşları ve yaprakları ağaçtan düşürdü. Rüzgârlarla birlikte esme ve durmadan Akdeniz’e yürüme arzusuyla dolup taşarken; canlılıklarını duyduğum, canlılıklarını bölüştüğüm insanların yüzlerine bakarken içimden ağlamak gelirdi. Güneş hızla kuruttu onları. Bunlar olduğu vakit sahiden bitmişti yaz. Sevgili tanrıça; dünyanın en olmadık yerinde kör bir kurşunla vurulmuş ve yere upuzun serilmiş bir ölü artık adım. Dilediğin kadar bakma yüzüme.