Onca yorgunluğun ardından bir türlü bitmek bilmeyen dik yokuşu tırmandım. Birer ikişer atlayarak çıktığım basamakları saymıyorum bile. Ve neredeyse saatlerdir -abartmıyorum saatlerdir- kapıyı çalıyorum. Ancak içeriden gelen sadece “Kimse yok.”

23 Ağustos…

Bir adım daha atsam yokuşa başlamış olacaktım. Çenemi hafifçe kaldırıp yokuşun ucunu görmeye çalıştım. İçinde bulunduğum durumu çekilebilir kılmam lazımdı. “Sevmediğim şeyleri çekilebilir kılmak”. Fakat her şey aynı değil miydi? Gökyüzü de buna dahil. Hariç olan tek şey bulsam belki yaşamımı devam ettirebileceğim bir çekilebilirlik durumu söz konusu olabilirdi. Hadi bu sefer de ağaç gövdelerinden anlam çıkarmaya çalışayım. Ve o adım atıldı. Gördüğüm ilk ağaç … muhtemelen antik çağlardaki bir savaşı anlatıyor ya da bir düğünü. Sahi o zaman da akrabalıklar komşuluklar dostluklar vardı. Düğünler de pek tabii kalabalık olabilir ve bir savaş kadar kargaşalı. İlk eğlence sonra ziyafet; ilk çarpışma sonra yağma… Yerlerde, sandalyelerde veya herhangi bir yükseltide sızmış sarhoş bedenler veyahut çamura bulanmış, mızrak ucunda, bir kayanın dibinde yığılmış cesetler. Gövdede bir manzara olarak çizilmemişti tüm bu düşündüklerim unutulmuş bir dile ait yazı ve sembollerden ibaretti. Kırk dört numara, Gül apartmanı kırk dört numara… Kıvrıla kıvrıla apartmanın en tepesine kadar yükselen bir sürü basamak…Yine çekilebilir kılmanın gerekli olduğu bir durum vardı. On bir on iki on üç… birinci kata geldim. Yetmiş dört, yetmiş beş, yetmiş altı… Basamaklardan sağlam adımlarla çıkışımın aksine kapıya yaklaşırken oldukça yumuşak davranıyordum. Zile mi basayım kapıyı mı tıklatayım ikilemi ne kadar sürdüğünü anlayamadığım bir zaman beni oyaladı. Heyecanım artıyor, parmaklarım uyuşuyor, zihnimde uçuşan binlerce düşünce birbirine çarpmadan dönüp duruyor, birbirine karışmaktan itina ediyordu. Sabah her zamanki kahvaltı ettiğim yerdeki kısa boylu, hafif etine dolgun, güler yüzlü; müşterilerine saygıda kusur etmemesine karşın fazlaca umursamaz davranan kız, bu sabah oldukça asık suratlı ve saygısızdı. Vermiş olduğum siparişi sert bir şekilde masaya bırakmış, belli belirsiz ”afiyet olsun” dedikten sonra hiç beklemeden geri dönüp uzaklaşmıştı. Buna pek anlam veremeyip tabağımdakileri bitirdikten sonra -hiç adetim olmamasına rağmen- garson kızı çağırıp bir çay daha istemiştim. Çayı biraz geç, bardağın altına koyduğu tabağa dökerek gayet özensiz bir şekilde getirmişti. Bu sefer önce davranıp teşekkür etmiştim. Bu sefer ise karşılık bile alamamıştım. Şaşkınlığımın iyice arttığı sırada çaydan bir yudum almıştım. Evet, çay bayattı. Hiç beklemeden masadan kalkıp kasaya doğru yönelmiştim. Kız donuk bir ifadeyle bana bakmıştı. Gözleri titrememişti, hep ıslattığı dudakları iyice kurumuştu. Bugün size ne olduğunu sorduğumda ”Bu işten de buraya gelenlerden de sıkıldım.” diye hiç beklemediğim net bir cevap vermişti. Halbuki birkaç gün önce yanıma oturup samimi ve uzun bir sohbet etmiştik. Bu karşılık üstüne cevap veremeden hesabı ödeyip dışarı çıkmıştım. Tekrar dönüp lokantaya baktığımda girerken nasıl fark etmediğime hayret ettiğim ”Devren satılık dükkan” yazısını görmüştüm.

İnsanlar bir şeyleri kaybetmeyi kabullendiğinde ne kadar da dürüst ve cesur olabiliyorlar.

Bunu anlayabiliyordum tek anlayamadığım neden henüz bir şeyleri kaybetmeden dürüst olmuyorlardı? Kaybetmeye alışkanlık mıydı bu yoksa kaybetmeyi göze alabilmek miydi? En sonunda kafamı toplayıp zili çalmaya karar verdim. Hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyordum. Ding dang ding dang… Tekrar düşünmemeye çalışıyordum. Ne çıktığım basamakları ne bu lanet sıcakta sonuna doğru neredeyse sürünmeye başlayacağım yokuşu ne de lokantadaki kızı gerçekten hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyordum. Ding dang ding dang… Uzaktan geldiğini anladığım cılız adım sesleri iyice yaklaştıktan ve yüksek sesle geldikten sonra durdu. Kapı açıldı. ‘’Yahu ne laftan anlamaz adamsın sen kimse yok.’’ Suratıma bakıyordu bir şey beklediğinden mi anlamadım. Neden laftan anlamazsın dedi onu da anlamadım. “Pardon” dedim “Ben ne zamandır buraya geliyorum?”. Pek şaşırmamış olmalı ki gayet sakin bir şekilde “Beş gündür.” dedi ve kapı tekrar kapandı. Adım sesleri yakından uzağa gitmeye başladı. Hiçbir şey düşünmeden aşağı inmeye başladım. Bu sefer çalışmıyordum sadece düşünmüyordum. Sadece az önce saydıklarımı değil hiçbir şeyi düşünmüyordum. Apartman kapısının aynasında kendime baktım. Yorgun gözüküyordum. Biraz geniş bir gülümsemeyle birlikte ‘’Uykum geldi. Sonunda uykum geldi.’’

-SON-

 

Salih Köroğlu