her çocuk, ergenliğinin ilk yılları gelmeden tanışır onunla. kimi zaman açık camdan gelen bir esinti, kimi zaman uykudan uyandıran bir kapı sesi, kimi zaman ise sadece insana usulca dokunulmuş gibi gelen bir his. rüya avcısı derler ona. gece gece, uyku uyku, yastık yastık, ev ev gezer ve rüyalarını toplar insanlardan. bazen anlatmaya kalkışsanız dilinizin tutulacağı korkulu kabuslarınızı, bazen belki de ortaya çıkaracağınız bir sonraki eserin konusunu bulduğunuz yaratıcı rüyaları, bazen de sadece o rüyalardaki ufak tefek detayları… insan bilinçdışının kırıntılarıyla beslenir rüya avcısı. insanoğlu uyumaya ve rüya görmeye devam ettiği sürece, o asla aç kalmayacaktır.
onunla tanıştığımda takvim sayfalarının hangi günü, akreple yelkovanın hangi saati gösterdiğini hatırlamıyorum. hatırladığım tek şey, beni ben ölmek üzereyken bulduğuydu.
sonrasında bir gün yatağımın kenarına oturup da benimle konuştuğunda bana kalbimin çok hızlı attığını, alnımdan ter damlacıklarının aktığını, bacaklarımın kaskatı kesildiğini anlatacaktı. “durumun hiç iyi görünmüyordu çocuk,” diyecekti, ses dalgalarıyla değil de adeta telepatik bir şekilde bana aktardığı o sesiyle. onun konuşmasını duymak, tam anlamıyla bir duyma eylemi değildi. daha çok bir “içime doğma” gibi hissettirirdi. bir şeyin olacağını önceden bilmek, bir rüyada tanıdık birini görmek, çocukluğunuzda aldığınız bir kokuya tekrar denk gelmek gibi. orada değil ama bir o kadar da orada.
ilk kez hangi rüyamla beni tandığından emin değilim. bir uçurumdan düşüyordum, diye hatırlıyorum. belki de atlıyordum. belki de atlayıp yolun yarısında bunu istemediğimi fark ediyordum. belki beni gündüzün dünyasında hâlâ kovalayan bir şeylerden kaçıyordum. zaten onun demesine göre ben hep ya kaçıyor, ya da düşüyordum. “insan olmanın en önemli iki eylemi değil mi?” demiştim ona bir keresinde. “kaçacak gücümüz yoksa ve düşecek cesaretimiz yoksa, niye yaşayalım ki?” başlığının altından gülümsemişti, belki de ben öyle sanmıştım.
rüya avcısı benim rüyalarımın çok lezzetli olduğunu söylerdi. japonların umami dediğine benzer bir tat veriyormuş ona, o yüzden ne zaman bayat bir hafta geçirse ilk benim yanıma uğrarmış. damağını temizlediğini düşünürmüş rüyalarımın. “tabii bazen de eski dostumun başı sıkıştığında gelir, kabuslarındaki öcüleri böcüleri uçurumları dağları ve o pis insanları mideye indiririm.” birbirimizi yüzyıllardır tanıyormuşuz gibi bir muziplikle söylerdi bunu. ve o böyle dediğinde, gerçekten iki eski dost olduğumuza inanırdım.
doğru değil miydi? bence doğruydu. bir insanın en mahremiydi rüyalar. bir başkasına söylemeye cesaret edemediği, bazen kendine bile itiraf edemediği duyguları, düşünceleri, arzuları, dürtüleri kendini belli ederdi. bazen hayatın kayda değer olmayan detayları, bazen korkular, bazen yapılması gerekenler, bazen kaygılar bir yer bulurdu kendine rüyalarda. bir insanı tanımak için nasıl ruhun aynası olan gözlere bakmak gerekiyorsa, o aynanın öteki tarafı da gördüğümüz rüyalardı işte. eski dostum, benim hakkımda bilinebilecek neredeyse her şeyi biliyordu. tabii ben de onun hakkında bir şeyler öğrenmeye başlamıştım. mesela en lezzetli rüyalar iki sevgilinin kavuşmak üzere olduğu, tenlerinin birbirlerine neredeyse değdiği, birbirlerine neredeyse “seni seviyorum,” dedikleri rüyalardı. rüya avcısını en mutlu eden şeydi ‘neredeyse’ler. olmak üzere olup da bir türlü gerçekleşmeyenler. “nasıl anlatsam,” derdi, “aylardır canının istediği yemeğin en sıcak, en taze hâliyle önüne konması gibi.” biraz düşündükten sonra daha insani bir tanım buldu bana anlatmak için. “hapşırığın sürekli burnuna takılıp durduktan sonra sonunda hapşırmak gibi.” bizim en acı verici ‘neredeyse’lerimiz, rüya avcısı için eşi benzeri bulunmayan bir doyum hâliydi.
kimi zaman rüyamın en lezzetli yerini, kimi zaman da beni korkutan şeyleri yiyip bitirdiği ve bana yarenliiğini armağan ettiği dostluğumuz, bir mayıs akşamı son buldu. beni kovalayanlardan kaçtığım bir rüyanın tam ortasında, birden her şeyin yerini sonsuz bir boşluk aldı. yol yoktu, peşimdekiler yoktu, ağaçlar, gökyüzü, hiçbir şey yoktu. ve o günden beri, rüyalarım lezzetten ve cümbüşten yoksun koca bir boşluğa dönüştü. gördüklerimin sıklığı azaldı, tek tük rüya gördüğümde de hatırlayamaz oldum. öyle ki sanki eski dostum beni yiyip bitirmiş, bilinçdışımdan sızan rüyalarıma dair hiçbir şey bırakmamıştı içimde. başta beni böyle terk edişine, belki böyle yutup çiğneyişine sinirlendim. ama bu bir anlama daha geliyordu, artık beni kovalayanlar ve düşeceğim uçurumlar yoktu. kaçmayı ve düşmeyi bırakınca insan olmayı bırakmamış, sadece kalmayı ve düştüğüm yerden kalkmayı öğrenmiştim.
rüya avcısı, her neredeysen, umarım karnını hâlâ en lezzetli rüyalarla doyuruyorsundur. umarım bir gün, yine hayatın kabuslarından kaçmaya çalışırken uykunun kabuslarına çarpan bir çocuğa denk gelir ve bu sefer de onun ağrılarını dindirirsin.