Bakıyorlar. Sürekli. Nereye gitsem takip ediyorlar. Ensemde, sırtımda, belimde ve kalçalarımdalar. Ellerimi ve ayaklarımı izliyorlar en ufak bir detayını kaçırmadan. Yürüdüğüm yollar, girip çıktığım binalar, arşınladığım merdivenler, takılıp düşmelerim veya sıçrayışlarım, koşmalarım, elimde tuttuklarım, elden çıkardıklarım, ellerimin uzandığı yahut ellerimi kaçırdığım her şey ıssız zihinlerde pırıl pırıl parlıyor. Bazen de yüz yüze geliyoruz. Saçlarımda ve yüzümde gezindikten sonra boynumu aceleyle aşıp aşağılara iniyorlar. Bir iken iki, ikiyken dört; beş, on, yüz, bin oluyorlar. Yürüyorum. Onlar oldukları yerde duruyorlar. Kıpırtısız. Çok fazlalar. Her yerdeler. Ben ilerledikçe akları ağırdan kaybediyor berraklığını. Yine de bırakmıyorlar. Peşimdeler.
Bir kez bile duymadım seslerini. Onlar da benim çığlıklarıma aldırış etmediler. Ya onlar sağır ya da ben dilsizim. Kelimeler kayıp. Anlam aranıyor ama bulunacağından değil. Arada bir şeyler işittiğim oluyor. Birbirinin aynısı, tuhaf, sinir bozucu, rahatsız edici sesler. Gıcır gucur. Vıcık vıcık. Ötesi karanlık. Ve bu karanlıkta sadece gözler var, bir de bir beden. Benim bedenim. Havada asılı çifter çifter göz; yeşil, mavi, kahve, ela… Gökyüzü ile arama giriyorlar. Kafamı bulutlara kaldırmayalı ne kadar zaman oldu hatırlamıyorum. Uyku öncesi hayallerimi de bölüyor göz çiftleri. Gitmiyor, uyutmuyor, delirtiyorlar. Uyku ile uyanıklık arasında bir grup göz, hızlı hızlı kırpışarak saati yakalamaya çalışıyor. Yelkovan akrebi, gözler de bu ikisini kovalıyor. Tik tak tik tak tik tak… Ne saat duruyor ne de gözler kapanıyor. Sonsuzluğa uzanan bu ebelemeceye mahkûm edildim. Ne yapsam çıkamıyorum oyundan. Beni ebeleseler kurtulacağım belki. Gözler beni ebeleyince tutacağım zamanı yakasından. Zaman duracak, oyun sonlanacak.
Bazı gözler harap oldu bu uğurda. Patlayan damarlarından akan kanları üzerime damlıyor. Burnumdan, ağzımdan içime akıyor. Zehirleyecekler en sonunda. Bendeki bir şey onların patlamasına neden oluyor sanırım. O yüzden bu öfke, hırs, mücadele. Öldürüyorum onları. Suretim onlara zarar veriyor. Bir ben varım bir de onlarca göz. Duvarda, halıda, tavanda, kapıdalar. Şaşılar, çekikler, torbalanmışlar, kapakları sarkmış, damarları her yana yayılmış, lekelenmiş, irisleri dağılmış, renklerine çiller karışmış, hepsi bir hayli sulanmış, bazısının üzeri kataraktla kapanmış, kimisi ortasından bitişik iki camın ardına saklanmış.
Çok mu güzelim ya da çirkin? İzlenmeye değer neyim var? Yoksa kontrol mü ediyorlar beni? Yaptıklarımın bir cezası mı bu kovalamaca? Beni öldürmek mi istiyorlar ya da? Ben de çok istiyorum. İmkânım olsa bir çırpıda yok edeceğim hepsini. Bir gün dayanamayıp yumruk attım bir tanesine. Bir an için acıyla yumuldu. Kirpikleri can çekişti. Pınarına yakın bir yere kan oturdu. Yine de bakmaya devam etti. Bu kez süklüm püklüm ve acı dolu.
Onlarsız zamanlarımı düşünüyorum. Kalabalıklardan uzak, sakin ve dingin. Hiç koşmazdım eskiden. Ağır ağır yürürdüm. Bazen günlerce yatar, tembelliğin tadını çıkarırdım. Bir başınaydım ve bu zaman zaman acı verici olabiliyordu ama korku ve dehşetten bir hayli uzaktım. Hayatım tamamen bana aitti. Sabah uyandığımda güne bir oda dolusu çapaklı gözle başlamıyordum. Yüzümü yıkarken aynı anda banyodan taşan yüzlerce göze de su vurmuyordum. Mutlu olduğumda bin küsur göz de ışıldamıyor, ağladığımda salon belime kadar yaşla dolmuyordu.
Belli ki bende onları etkisi altına alan bir şey vardı diğer bedenlerde olmayan. Saçlarımda, yüzümde, ellerimde. Belki de gözlerimde. Rengi, şekli, akı, damarları… Ya da göz bebeklerimdeydi o şey. Ben niye göremiyordum bu şeyi ayna karşısına geçtiğimde? Daha dün banyoda, irili ufaklı su lekelerinin arasından yaklaştım yüzüme. Burunlarımız birbirine değer değmez açtım gözlerimi son haddine. Baş ve işaret parmaklarımla çekiştirdim yuvalarını. Kirpiklerimden birkaç tanesi elimde kaldı. Bir süre sonra damarlarım dikenli teller gibi sardılar kara gölün etrafını. Gittikçe derine batıyorlardı. Acıya bir süre direndim. Gözlerin ne gördüğünü görmeliydim ki bir tek göz kalmasın üzerimde. Ama hiçbir şey yoktu işte. Belki de mesele tam olarak buydu. Onlarda olan bende yoktu! Beni de kendilerine benzeteceklerdi. Onun için gece gündüz peşimden ayrılmıyorlardı. En sonunda patlamak üzere olan damarlarıma yenilerek gözlerimi yumdum. Parmaklarımın eklemleri ile iyice ovuşturdum üzerlerini. Tam ortada biriken sızıyı dağıtıyordum.
Çok yaklaşmıştım, neredeyse bulacaktım onu. Belki bir operasyonu falan vardır bu işin; “Siz de üzerinize dikilen gözlerden, gece gündüz takip edilmekten sıkılmadınız mı? Merak etmeyin delirmediniz; çareniz bizde! Gözlerinizin kara deliğini iki seansta alıyoruz. Bilmem ne kliniği, bilmem hangi sokak, falanca iş hanı, filanca no, İstanbul.” Klinik ve han. Merdivenaltı bir yer olduğunu daha ne kadar belli edebilirdi? Gözlerden kurtulacağız derken gözlerimden olmak var işin ucunda. Kör olsam onları da kör eder miyim acaba?
Gözlerimi ovuşturmayı bıraktım. Akıma biraz pembelik bulaşmıştı. Gözlerden tamamen kurtulamıyorsam bile sayılarını azaltmam gerekiyordu. Evde ne kadar fotoğraf varsa hepsini yırttım. Parça pinçik ettiğim çocukluğumu, gençliğimi, annemi; ilkokul, ortaokul ve lisemi karton kutuların içine koyup arka bahçede ateşe verdim. Arkalarında bıraktıkları külleri kavanozlara doldurup eve geri getirdim. Bu şekilde çok daha güzel ve zararsızlardı. Duvarlardaki bütün yağlı boya portrelerin gözlerini bantladım. Biri hariç. Onun önce falçata ile gözlerini çıkardım. Ardından boş kalan oyukları kapattım. Tavandan yere uzanan, dar bir tabloydu. Üzerindeki bebek yüzlü, beyaz örtülere sarılı bir melek bulutların üzerinde oturuyordu. Etrafında uçuşan kuş tüyleri vücuduna konmuştu. Açık kahve, dalgaları saçları; küçücük, düğme kadar bir burnu vardı. Bir de gözleri… Taşmış bir göl gibiydi. Akı yok denecek kadar az, irisi dağılmıştı. Göz bebeği ile pınarı birbirine o kadar yakındı ki. İğne ucu kadar küçük, simsiyah ve zehirliydi. Ne zaman gözlerimi kapasam oradan fırlatırdı oklarını. Ne kadar yaklaşırsam o kadar incelirdi sapladığı uç. Televizyonun önünde biraz fazla oyalansam gözlerini enseme geçiriyor, baktığı yerler cayır cayır yanıyordu. Şimdiyse avucumda tutuyordum ateşten bilyeleri. Sıktıkça dağlıyordu avuç içlerimi.
Tüm bu gözler bana bir şey anlatmaya çalışıyordu. Onların hepsi bir, ben tektim. Farklıydım. Onlar bunu başından beri biliyorlardı. O zamanlar benim gözlerim kapalıydı. Ne zamanki ben açtım gözlerimi, hep birlikte üzerime çullandılar. Çivi gibi çakıldılar tenime. Onların bildiklerini ben de biliyor olmama rağmen benden bildiklerimi unutmamı istiyorlardı. Ve ben bunu da biliyordum.
Elim acıdan uyuşmuştu. Daha fazla sıkamadım yumruğumu. İki boyalı kumaş parçası düştü yere. Parkeler tutuştu. Ayaklarım alevler arasında kaldı. Kıpırdayamıyordum. Bu kez gözler hareket etmeye başladı. Etrafımda dönüp duruyor, büyüyüp küçülüyorlardı. Bazılarından kahkaha sesleri yükseliyordu. Derken kırmızı ve turunculuklara sen kimsin, kendini ne zannediyorsun, ne oldu, başaramadın işte’ler karışıyordu. Tenim başka bir renk almaya, gerilip buruşmaya ve pul pul dökülmeye başladı. Kim olduğumu bilmiyordum. Hiçbir şey zannetmiyordum. Ne olduğu hakkında da en ufak bir fikrim yoktu. Tek bildiğim başaramadığımdı. Evet, gözlerden kurtulamamıştım. Bütün bu bilmemezlikle, bilinmezliğe doğru yol alıyordum. Benim küllerimi de saklayan olacak mıydı? Gözler artık yoktu.