“ Üç gün kaldı. Bugünü sayarsak dört. Dört gün sonra, üçte, Kadıköy rıhtımda.”

Son durağını bilmediğim bir otobüse binmiş gibiyim. Her geçen saniyede şu an ile bilinmezlik arasındaki durak sayısı azalıyor. Bazı saatler geçmek bilmiyor. Kaç saattir, aynı sokakta bir yığın bedenle çarpık adımlar atıyoruz. Ya gidip gidip geliyorum ya da olduğum yerde sayıyorum. Yürüyorum, yürüyorum ama asla yol alamıyorum. Gökyüzü  karıncalanıyor, renkler pare pare, bir coşuyor bir duruluyor. Kaldırımlar boşalırken yol dolup taşıyor. Bense diğerlerinden üç gün ileride, sıkışmışım üç ile dört arasındaki altmış dakikanın içinde bir yere. Bileklerim iki rakama çivilenmiş, akreple yelkovanın birleştiği nokta göğsümü deşiyor. Saatin camına sıçrayan kan, kanım, zamanı kirletiyor. Kirleniyorum. O, kol saatini çıkarıyor. Bu onu hızlandırıyor. Ya saat bozuluyor ya da zaman duruyor.

İşlek bir caddeyi arasına alan kaldırımlarda birbirinin üzerine yürüyen, yol kesen, çarpışan insanlar. Hızlarını kesmemek, bir an olsun durmamak adına bir boşluk arıyorlar kendilerine. İstiyorlar ki kimse çıkmasın yollarına. Bacaklarına sürünecek bir kediye, ayak bileklerine sarılacak bir naylon poşete bile tahammülleri yok. Yalnızca onlar var, bir de onlara ait yollar. Halbuki yolda onlar hariç her şey var. Sanıyorlar ki bu yollar onlar olduğu sürece var olacaklar. Bilmiyorlar ki yollar onlardan önce de vardı, onlardan sonra da var olacaklar.

İnsanlar kaçıyorlar birbirlerinden hatta kimi zaman kendilerinden. Sonra her ne oluyorsa yetişmeye çalışıyorlar arkalarından onları kovalayan şeylere. Tüm bu kargaşanın içinde, tam göbeğinde olmasam da kenara köşeye ilişecek kadar da rahat olmayan bir konumda etrafımdakilere gözlerimi kapıyorum. Kulaklarımda bilmem kaçıncı kez baştan başlayan, artık bir gram haz vermeyen o cızırtılı sesle, insan yüzlerini bulanıklaştırmaya çalışıyorum. Gözlerimi ufuktaki en uç noktaya dikiyorum ama insan silüetlerini andıran bulutlar huzurumu kaçırıyor. Ben de yere indiriyorum bakışlarımı. Uzunlu kısalı onlarca izmarit, kurumuş yaprakların üstünde cırtlak pembe sakızlar; rüzgâr estikçe uçuşan küller gözlerimden, burun deliklerimden girerek birer parçam olma yolunda emin adımlarla ilerliyorlar. Ansızın dumanı tüten bir izmarit kendini betona çarpıyor. Beni de o izmarit gibi son nefesime kadar çekip kaldırıma çaldılar. Bir an hala yanan izmariti kapıp bacaklarını aça aça yürüyen irikıyımın, neresine denk gelirse bastırmak, sigara sönünceye kadar da bu eylemi tekrar etmek istiyorum. Hatta çakmağım olsaydı da sigarayı, bir avuç kül olup herifin tenine yapışıncaya kadar yakabilseydim. Derken sigaranın yanmadığını fark ediyorum ve kinim sonuna kadar içilmiş o sigaranın ince dumanının içinde eriyip gidiyor.

Cızırtının ritmi artar gibi oldukça daha düzensiz adımlar atıyorum. Rüzgarın dolup taşırdığı, ince naylon poşet gibi oradan oraya savruluyor bedenim. Rüzgar, naylonu dövüyor. O, dayak yedikçe benim kabuk bağlamış yaralarım patlıyor. Dengesini şaşırmış bir arı çıkıyor yoluma. Peşim sıra takip ediyor, yüz vermedikçe daha da bir vızıldayıp kanatlarıyla havayı tokatlıyor. İğnesinden korktuğum için bir fiske dahi vuramıyorum. Ben de cızırtının sesini artırıyorum. Arı, yüzüme iyice yaklaşıyor. Bir gözlerimin bir de ağzımın etrafında titreştiriyor bedenini. Gözlerimi yumunca vızıltısıyla sokmaya başlıyor beni. İğneler batıyor kulaklarıma. Şişkinlik ve yanma. Kulaklıklarım düşüyor, bir kulağımdan diğerine arılar geçiş yapıyor. Susmuyorlar, durmuyorlar. Başka kulaklardan topladıkları kirleri iğneliyorlar içeriye. Canım yanıyor. Parmaklarımı sokuyorum kulaklarıma. İğneleri kırıyorum. Yara bezelerinden koyu sarı irin akıyor. Arı, vazgeçmiyor, bu kez başımın etrafını turluyor. Avuçlarımı kulaklarıma bastırıp yere çömeliyorum. Başımı dizlerimin arasına alıp kendi kendime kenetleniyorum. Dev bir ceninim. Bir o kadar hassasım sese, harekete, acıya. Geri dönmek istiyorum. Eve. Keşke hiç çıkmamış, gözlerimi açar açmaz atılmasaydım dehşetin orta yerine.

Kendimi yatağa bağlamayı ve öylece kalakalmayı arzuluyorum. Sıcak yorganın arasında tenim yitip gitse, mayışıklığa hapsolsam. Gözlerim bayılsa, kollarım, bacaklarım uyuşsa. Sesler boğuklaşsa yavaş yavaş örtse uyku kulaklarımı. Burun deliklerime şeffaf bir perde inse de çekemese beni pislikler uykunun kollarından.

Cumartesi günü, üçte, Kadıköy’de… Henüz ne giyeceğime karar veremedim. Metro ile mi gitmeli yoksa vapura mı binmeli? Kadıköy’de buluştuğumuza göre şort giyebilirim. Gri kot şort üstüne yine aynı tonlarda üzeri bilmem hangi ünlü ressamın tablosunun basılı olduğu tişört, hafif makyaj, birkaç aksesuar. Gerçi cumartesi günü metro kalabalık olur. Yere kadar uzun siyah eteğimin üzerine uzun kollu, siyah, ince bluzumu giyeyim. Siyah göz kalemi, koyu kırmızı bir ruj, birkaç yüzük ve bir çift küpe. Hiç riske atmayıp etek giymesem mi? Ya elbise? Yukarı sıyrılması kolay. Eşofman? Aşağı indirmesi kolay. Tayt? Kalınlığına ve rengine bağlı. Kot pantolon? Fermuarını açması kolay. Tulum? Makul gibi. Tulumun içine de yakası kapalı bir bluz giymek işimi görecektir. Gömlek de olabilir aslında. Olmaz, düğmeleri açılabilir.

Vapur mu metro mu, metro mu vapur mu? Vapur. Hayır, metro. Vapur, metro, vapur, metro. Vapurda birisinin yanıma oturma ihtimali düşük. Hele ki en üst katın açık bölümüne kimsecikler gelmez. Gerçi sapıklar rahatına düşkündür. Ama aynı zamanda dar alanlara tanımadıkları insanlarla sıkışmayı da severler. Yüzlerce insanın nefesiyle yıkanmayı, bol kumaş pantolonlarının içinde terden yapış yapış olan uzuvlarını hareket ettirmeyi de. Tedirdiğinliğin yaklaştırdığı kirpiklerin arasından çıkan iris, içlerinde bir yerin bağını çözer, ağızlarının köşesinde beliren salya kendisini yokuş aşağı bırakır. Sapık gittikçe daha derin ama bir o kadar hızlı ve kesik nefesler almaya başlar. Göğüs kafesi şişer, kumaş katmanlarının arasında sıkışıp kalır. Verirken bir inilti, kendini boşluğa bırakır dudaklarının arasından. Bu iniltide tüm kurbanların yardım çığlıkları gizlenir.  Anın kurbanı geçmiştekilerle bir olup  haykırır adeta.

Tenhalık mı daha iyi kalabalık mı? Kalabalıkta kimse bir şey yapmaya cesaret edemez. Ama çok üst üste olursa da iki üç el, birkaç parmak dadanır vücuduna. Beşken on, onken yirmiyi bulurlar. Arıların yeni açan çiçeğe saldırması gibi yapışırlar vücuduma. Özsuyumu tenimi solduruncaya kadar içerler. Yapraklarımı dökmeden kopamazlar benden. Canlılığımı, ruhumu, bedenimi benden aldıktan sonra ortadan kaybolurlar. O an itibariyle çürüme başlamıştır. Buna şahit olmak istemezler. Pişman olacaklarından değil de önlerinde daha konacak çok fazla çiçek olduğundan.

Dizimin bir karış üstünde, eteğimin bitip tenimin başladığı yere bir şey değiyor. Ağzını sonuna kadar açmış, dilini dışarı çıkarmış bir köpek başını ileri geri sürtüp duruyor. Ben ilerlemeye çalışıyorsam da çabamı boşa çıkarıyor, bacaklarımın arasına girerek hareket etmemi imkansızlaşıtırıyor. Derken kuyruğu eteğimin altına giriyor. Bu kez kafasını daha hızlı bir şekilde bacaklarımın içine sürtüyor. Çorabımda bir ıslaklık hissediyorum. Yere pis bir sıvı damlıyor. Köpek kesik kesik bağırıyor. Bense ağlıyorum. Tek istediğim bacaklarımın arasında büyüyüp küçülen, ara ara hızı kesilen sonra daha da kuvvetli bir şekilde saldıran, bu tüylü yaratıktan kurtulmak. Ansızın farklı bir yöne doğru hareket ediyorum. Ayaklarıma basıyor. Düşüyorum. Sırtımdaki kemikler parçalara ayrılıp göğüs kafesime kaçıyor. O, üzerime çıkıyor. Patilerini, pençelerini veya ellerini göğüslerimin üzerine koyuyor. Tırnakları yün kazağımın ilmekleri arasından geçip tenime saplanıyor. Öldürdüğü deri parçaları tırnaklarında asılı kalıyor. Yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Diliyle yüzümü salyaya boğduktan sonra bir süre dudaklarımda kalakalıyor. İnsanlar birkaç dakika önce olduğu gibi gidip gelmeye devam ediyorlar. Rüzgar yine dövüyor naylon poşetleri. Çöpler iç içe geçerek birbirilerinin oluyorlar.

Her şey uluorta, apaçık, kanlı. Çok ses var ama hiçbir şey duyulmuyor. Vicdanla birlikte tekmeleniyoruz binlerce ayak tarafından. Namussuzluk üzerimde, gözümün ta içine bakıyor. Kendisini iyice gözüme sokuyor. Namus, beton ile sırtım arasında eziliyor. Umut… Gökyüzünü görünmez kılıyor insan kafaları. Sisli gözlerde ahlaksızlık. Benim suretime bürünüyor kararmış bulutlar.

Koca şehirde azgın köpeğin iniltisinden ve benim içimdeki kasırgadan başka hiçbir ses yok. Köpeğin zevk çığlıkları duyuluyor ama benim sesim ağız boşluğumda oraya buraya çarpa çarpa yitiriyor kendisini. Köpeğe fark ettirmeden, asfalta boylu boyunca uzanmış saçlarımdan güç alarak duvara yaklaşıyorum. Duvar dibinden fışkıran ot demetini kopardığım gibi köpeğin ağzına tıkıyorum. İlkin ne olduğunu şaşırıyor. İniltisine karışan gürültülü nefes verişleri, boğulmadan hemen önce kopuk nefeslere dönüşüyor. Ona fırsat tanımadan otların arasında bulduğum taşı kulağının arksına indiriyorum. Sağa düşüyor. Dili dışarda, gözleri kapalı. Kan birikintisinin içinde boğuluyor.

Bu kez etrafımdaki her şey çok net. Binlerce çift göz bana dikilmiş durumda. Her şey, herkes suskun. Ciğerlerime kan doluyor. Tekmelenen vicdanın kanı.

Koca bir mahkeme oluyor dünya. İnsanların önünde yargılanıyorum. Karşımda ahlak, tepemde namus. İçimde vakit geçtikçe büyüyen acı,kaygı, gözyaşı ile beslenen bir kemirgen. Damarlarım yırtılıyor, organlarım sökülüp parça pinçik ediliyor. Kan kaybediyorum. Ölüyoruz. Vicdan ve ben.

Hakim soruyor: “ Neden ittirmedin onu, rızan vardı öyle değil mi?”

Gücüm yoktu hakim bey. Sadece onu ittirmeye de değil. Onu, bunu, şunu, sizleri, onları, erkekleri, dünyadaki bütün kötülükleri de savuşturmaya, onlarla mücadele etmeye halim yoktu. Denedim ama diyemedim. Onun yerine ağladım, ağladım, ağladım. Bedenime saplanıp kalmış gözleri silkeledim. Düşmüyorlardı, mıhlanıp kalmışlardı.  Kendimi duvardan duvara çarptım. Dudaklarımı koparıp atmak geldi içimden. Ardı ardına indirdim darbeleri. Önce dudaklarımdan nefret ettim sonra onlarca elin, yüzlerce, binlerce, milyonlarca gözün değdiği yerlerimden. Dokunulmadık yerim kalmamıştı. Vücudumun her bir noktasından iğrendim. Üzerimde ne varsa yırtarcasına çıkardım. Ama yetmedi. Derim de fazla geliyordu. Çok ağır, kirli ve yabancıydı. En başından beri bana ait olmamıştı. Onu bozmalıydım. Rengini değiştirmeli, pürüzsüzlüğüne tecavüz etmeliydim.

Çekmeceden sarkan kemerim dikkatimi çekti. Kalp şeklindeki metal tokası gözümü alıyordu. Ben baktıkça daha da yakıcı bir hale geliyordu parlaklığı. Kalbimi ışık saçan o kalbe kırdıracaktım. Kemeri kaptığım gibi koluma bir darbe indirdim. Üst üste birkaç kez vurduğum yerlerde kabartılar oluşmaya, ardından toptan kabarcıkların içini kan doldurmaya başladı. Yüzüme, boynuma, göğüslerime, karnıma, kollarıma ve bacaklarıma… Bana acı çektiren her bir uzvumu yok etmek istercesine vurdum. Tenimde kızarıklıklar yerini yayvan koyu kırmızı halkalara bırakmaya başladı. Onuncu, yirminci, otuzuncu darbeden sonra bazılarının içinden kanım usul usul akmaya başladı. Sıcaktı. Yakıcıydı. Geçtiği yerlere ölümü getiriyordu.

Bedenim hiç olmadığı kadar renkliydi artık. Kırmızı zeminin üzerinde büyüklü küçüklü morluklar seçiliyordu. Çizik ve kesiklerin arasından kırmızı yaşlar süzülüyordu. Ağlayamadığım kadar kanıyordum. Hakim görünürde yoktu. Yargıçlar, savcılar, avukatlar bana sırtını dönmüştü çoktan. Mahkeme salonunda, uzun tahta sıralardan birinin altında eziliyordum. Kalp atışlarım hızlanıyor, ardı ardına aldığım nefesler bir ok gibi göğsümü delip geçiyordu. Çıplaktım. Üşüyordum. Morluklarım beni ısıtmıyordu. Kanım titreye titreye akıyor, oraya buraya sıçrıyordu. Islanıyordum. Kanlar farklı kaynaklardan gürül gürül akıyordu üzerime. Daha önceden dökülmüş bütün kanlar. Belki en çok da o bembeyaz çarşaflara bulananlar. Şu saatten sonra tüm bez parçaları kefen olmalıydı bana. Son nefesimi vermeliydim soğuk taşın üzerinde, o köpeğin salyaları arasında. Bundan sonra kara çarşafa bile girsem örtemezdim vücudumu, saklayamazdım, koruyamazdım. Hiçbir peçe dudaklarımı ayıramazdı sokaktakilerden. Dudaklarım köpeğin ağzında kalmıştı. Bendeki, soluk renkli, yaralı bereli, üst üste binmiş iki et parçası yalnızca açılıp kapanmaya, bir de içimde tutamayacağım, o öldürücü gazı çıkarmama yarıyordu. Gözlerimi, burun deliklerimi, ağzımı… İçime giriş sağlayan her şeyi tıkamak istiyordum.

Derken rahmime bir bebek düştü. Benim bebeğim miydi gerçekten de? Gerçi bu hayatta bana ait hiçbir şey yoktu. Beden benim değilse bebek de değildi. Belki de bendim o bebek. Ve dokuz ay sonra doğdum. Acılar içerisinde doğurdum kendimi. Tıpkı benden önce olduğu, benden sonra da olacağı gibi.