Bahçede geçirdiği dört saatin sonunda eve dönmesi gerekiyor, Rosa’nın yanına. Rosa’yı uzun süre yalnız bırakamıyor, aksi gibi bu yıl kiraz bolluğu var. Kirazın bitmesi için daha çok çalışması gerek, şehre inip bahçe ve ev için birkaç parça eşya alması gerek ama pek sık gidemiyor şehre. İhtiyar Rosa yalnız kalmamalı. Bir gün elbette şehre inmesi gerekecek. O gün geldiğinde eve dönene kadar Rosa’nın başına bir şey gelmemesini dileyecek. O kadar çok düşünecek ki Rosa’yı, “Ne istersin ağabey?” diye soran manavın oğluna boş bulunup “Rosa.” cevabını verecek. “Af buyur ağabey?” diyecek manavın oğlu, ellerini önlüğüne silerken ve kaşları birbirine değen uçlarından hafif yükselerek. “Yarım kilo ıspanak, bir kilo elma.” diye düzeltecek kendini; ıspanak akşam için, elma Rosa için. İhtiyar dişleriyle bir kilo elmayı tek seferde yemek için çocuk gibi sabırsızlanacak Rosa.
Bir yıl öncesine kadar bahçeye birlikte giderlerken o yıl tek başına gidip gelmek zorunda. Kirazın en bereketli olduğu yıllardan birinde, Rosa artık hem yaşlandı hem de hasta. Yıllardır üç beş kiraz ağacını kendi hasat ettiğinden, başkasına emanet etmek istemiyor. Her gün ihtiyar Rosa’yla birlikte uyanmasına rağmen yaşlandığını ve artık bahçede çalışacak gücünün kalmadığını da kabullenmiyor. İnatçı bir ihtiyar bu, Rosa gibi değil. Rosa sessiz, sakin, uysal. Diğerleri gibi olmadı hiç, gençken bile, hep ağırbaşlıydı. Ama birinin de inatçı olması gerekiyor, kirazdan kazandığı üç kuruşu da işçiye verirse Rosa’ya kim bakacak? Kendini geçelim, Rosa’ya kim bakacak? Hayatta üç beş kiraz ağacından başka sahip olduğu tek şeye, en kıymetlisine, Rosa’ya, bu ihtiyar ata kendisinden başka kim bakabilir? Elbette kendine de iyi bakmaya çalışıyor, o yaşayacak ki Rosa yaşayacak. Yılların alışkanlığı, sabah altıda kalkacak, Rosa’yı çok yormadan biraz yürütecek. Ardından onu besleyecek. Rosa dinlenirken kahvaltısını yapıp yola koyulacak. Kirazları toplayacak, mevsimi değilse bahçenin diğer işleriyle ilgilenecek veya şehre inecek. Gün boyu Rosa’yı düşünecek, döndüğünde yarı yaşlı yarı sevinçli gözleriyle onu karşılamasını umacak. Vakit ikindiyi bulunca eve dönecek. Rosa yaşıyorsa boğazından bir iki lokma geçecek, sevdiği bir türküyü söyleyecek. Belki yüzlerce kez okuduğu Yıldızlar Korsanı’nı baştan bir kere daha okuyacak Rosa’ya, Rosa’nın en sevdiği roman bu. Ve günler birbirini tekrar ederek böylece geçecek. Geçsin. Yeter ki Rosa yaşasın.
Hastalık ve ihtiyarlık Rosa’yı bulmadan evvel başka türlü bir yaşamları vardı. Rosa kolay kolay huysuzluk etmezdi ama hareketliydi. İhtiyar bazen ona yetişmekte güçlük çekerdi. Daha erken kalkar, Rosa’yı besler, kahvaltısını yapar, ardından Rosa’yla birlikte yola çıkardı. Bahçede işe koyulmadan evvel birkaç saat Rosa’nın koşması ve oynaması gerekirdi. O zaman Rosa’nın gözbebeklerine bile kan gelirdi. Hayat doluydu. Eve dönene kadar uyumazdı. Bazen arsızlık eder, ihtiyarı işinden alıkoyardı. Nadir de olsa o zamanlarda ihtiyar küplere biner, karşısına geçip zavallı Rosa’ya bağırırdı. Bu kavgalara kasabanın diğer sakinleri de şahit olurdu. “Huysuz adam, kafayı bozmuş zavallı atla!” derlerdi. İkisi de aldırmazdı. Birkaç saat sonra barışır neşeyle eve dönerlerdi. Küs kalamazlardı.
Bir gün büyük bir kavgaya tutuştular. Üstelik bu kez Rosa’nın huysuzluğu üstündeydi. Yalnızlıktan mıdır, bunaltıcı havadan mı; Rosa o gün epey huzursuzdu. Her zamanki gibi erkenden kalktılar, hazırlandılar, yola koyulacaklardı. Rosa bir türlü ahırdan çıkmıyordu. Geceleyin zar zor girdiği yerden bu kez çıkmamak için tepiniyor, nallarını yere vuruyor, ihtiyarın okşamak için uzattığı ellerinden başını kaçırıyordu. En sonunda çileden çıkan ihtiyar Rosa’ya bağırmaya başladı: “Şımarık katır seni! Milli koşucu gibi her gün seninle dörtnala koştuğum yetmiyor, bir de nazını mı çekeceğim? Ne halin varsa gör, ben bahçeye gidiyorum!” Ahırın kapısını kilitleyip yalnız başına yola çıktı. Gün boyu söylene söylene bahçeyle uğraştı. Öğleden sonra şehre indi. Öfkesi bir türlü geçmiyordu. Bir yandan da bütün gün onu ahırda bıraktığı için huzursuzdu. Ne olmuş yani biraz huysuzlandıysa? O kadarcık da olsundu. Hemen öfkelenip cezalandırmıştı Rosa’yı.
Eve döndüğünde Rosa uyuyordu. Kilit sesini duyunca başını kaldırıp kapıya doğru baktı, ardından uyumaya devam etti. İhtiyar da bir hayli yorgundu, odasına geçip uzandı. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi devam ettiler. İhtiyar günlerce kendini affettirmek için pervane oldu. Rosa çoktan unutmuş, eski neşesi geri gelmişti, hastalanıncaya kadar.
Son günlerde ihtiyarın da canı bahçeye gitmek istemedi. Evde kalıp Rosa’yla vakit geçiriyor, saçlarını ve tüylerini tarıyor, türkü söylüyor, Yıldızlar Korsanı’nı okuyordu. Öyle ki artık bu kitabı ezberden okuyacak vaziyetteydi. Bazen bütün bir sayfayı gözlerini Rosa’nın gözlerinden ayırmadan okuyor, niçin bu kadar anlamlı baktığını düşünürken kaldığı yeri kaçırıyordu. O günlerde gözlerine biraz olsun ışık gelmişti Rosa’nın. Kim bilir, belki de bu birkaç gün bahçeye gitmemesi ikisi için de iyi olmuştu. “Güzel Rosa’m, ben de seni bırakıp gitmek istemiyorum ama çalışmazsam bize kim bakacak? Kendimi geçtim, sana kim bakacak?”
Tembellik etmek yok. Ertesi gün yine sabah altıda kalkacak, önce Rosa’yı besleyecek, ardından kahvaltısını yapıp yola çıkacak. Kirazları toplayacak. Lüzumlu ki şehre inecek. Akşam Rosa’nın saçlarını tarayıp ona türkü söyleyecek. Zaman zaman “Kim bir attan daha yalnız olabilir? Sahipsiz bir at belki.” diye düşünüp Rosa’ya üzülecek, kendi yalnızlığını unutacak. Ve günler Rosa’nın gençliğindeki gibi birbiri ardında dörtnala koşmaya devam edecek. Bir gün Rosa’ya elma getirecek kimse kalmayıncaya dek.