“İşte!” dedi kendi kendine, içinde duyduğu büyük coşku yüzünden sesli bir biçimde düşünüyordu. “Yeni bir roman daha bitti! Seninle yürüdüğüm yolun da sonuna geldim Nevzat!”

Nevzat, dizüstü bilgisayarında klavyeye aldığı romanındaki ana karakteriydi. Fakat birdenbire içine korku ve endişe karışımı bir duygu çöreklenip kaldı.

“Neye yarar ki?” diye düşündü. Aslında bu anlık bir düşünceden çok, kafasında uzun süredir dolanıp durmakta olan bir soruydu. Hem de ne soruydu! Nasıl olsa hiçbir yerde yayımlatamazdı. Öyleyse bu romanı ne demeye yazmıştı? İş olsun diye, yazmayı seviyordu da ondan. Ne bir yayınevi ne de bir dergi kadın olduğu için onu kabul etmiyordu. İlk reddedilişlerinde, gencecik bir kız çocuğuyken, kendisinde yeterli edebîlik göremediklerinden kabul edilmediğini zannetmişti. Ne safdillik! Fakat haksız sayılmaz mıydı böyle düşünmekte, romantik yaşlarında bir kız çocuğunun ilk iş denemelerinde başarısız olması sonucu bu başarısızlığın tek sebebinin kendisinin yetersizliği olduğunu düşünmesi çok mu garip? Yine de asıl sorunu anlamak konusunda bir saftirikliği yok değildi. Zamanla dergi sayfalarının yalnızca erkek yazarlara açık olduğunu fark etmişti. Bunu anlayışının o ilk anı kendisi için kesinlikle unutulamayacak cinstendi.

Bir gün Varlık’ın son sayısını eline alıp baktığında istisnasız bu imzaların hepsinin erkek olduğunun ayırdına varınca bunu anlamıştı. Bunu o güne kadar nasıl olup da fark etmediğine şaşırarak keşfinde sağlamaya gitmek istercesine derginin İçindekiler bölümünü tekrar yeşil gözleriyle taramış ve tespitini kesinleştirmişti; dergide yazısına yer verilen herkes erkekti. Şaşkınlığının son safhasıyla çarpılmış suratının önünden dergiyi indirip birkaç dakika boş bir ifadeyle duvarı seyredip öylece kalakalmıştı. Bunu neden yapıyorlardı ki? Aklından ilk geçen soru buydu, aynı zamanda halen daha cevabını bulamadığı soru da buydu.

Kocası Haldun Bey ona defalarca kez kitaplarını onun adıyla yayımlatabileceğini, ithaf kısmında da kendisine adayabileceğini söylemişti. Ona göre bunlar ufak pürüzlerdi. Ancak Suat bu teklifi kendi izzetine yediremediğinden kabul etmiyordu. Haldun’un, Suat ona takılabilmek amacıyla sık sık Haldun Bey diye seslenir, tamamen temiz yüreklilikle bu teklifi yaptığından emindi ama böylesi bir durumu bir türlü içi almıyordu. Kendi emeklerini iki kapak arasında kendi adıyla görmekte ısrarcıydı. Zavallı adam ise bu inada hiçbir anlam veremeden karısını daktilosunun başına oturmuş yazarken her görüşünde teklifini tazeliyordu. Suat da reddini yineliyordu.

Günler böyle geçip giderken ilk romanını bitiren Suat ciltlediği dosyanın en üst sayfasına kocaman, kalın puntolarla adını yazıp bir yayınevine gönderdi. Onun için bu bir varoluş kavgasıydı ve her fırsatta var olduğunu herkese somut kanıtlarıyla gösterecekti. –. Geriye sıkıcı ve uzun beklemek kalmıştı. Evin mutfak eksiklikleri, günlük tekrar eden bulaşık, haftalık nükseden çamaşır nev’inden ev işleriyle beklemesi gereken zamanın nasıl uçup gittiğini anlayamamıştı bile. Üstelik ev işleri hâlâ daha bitmiş değildi. Yine ağır, yeşil-kırmızı tonlarındaki iki parçadan oluşan süpürge makinesiyle halının üzerinden geçerken zil sesini duydu. ASLINDA zil ikinciye çalıyordu ama Suat sesi süpürgeden dolayı duyamamıştı.

Eğilip makineyi kapattıktan sonra doğrulurken belinin kütürdediğini fark etti. Rahatlama hissi tüm bedenine yayılıyordu. Yanakları hızlı çalışmaktan al al olmuş bir halde kapıyı araladı. O günlerde dahi kapıyı ardına kadar açmak tehlikeliydi. Gelen gece mavisi üniformalı bir postacıydı, adamın yağlı ve pos bıyığından yarısı kapanmış suratında ciddi bir ifade vardı.

“Buyurun?” dedi sakince ve neredeyse duyulmayacak bir sesle.

“Suat Erdem siz misiniz? Adınıza posta var, imza edilecek.”

Suat adamın göbeğinin önünde tuttuğu ince, uzun zarfa bakarak kapıyı sonuna kadar açtı. Adam gayet otomatik bir hareketle yaka cebinden çıkardığı, üniformasıyla aynı renkteki plastikten kalemi ona uzattı. Hızlıca kalemi postacının parmaklarından kapan Suat adamın uzattığı belgeyi de hızla elinden alıp imzaladı. Belgeyi verirken zarfı aldı, dikdörtgen şeklindeki zarf oldukça hafif görünüyordu. Böylesi bir zarfın içinde ne olabileceğini düşündü ama ilk başta aklına gelen düşünceden başka bir şey bulamadı; mutlaka yayınevinden geliyor olmalıydı. Zaten başka kimden posta bekliyordu ki? O sırada gönderiyi başarıyla teslim etmiş olan postacı istifini hiç bozmadan arkasını dönüp giderken Suat kapıyı kapatıp sabırsız adımlarla holün orta yerine gelip zarfı yere bıraktı. Süpürgeyi kenara itip boşalan yere de kendisi bağdaş kurup oturdu. Zarfın üzerinde Akrep Yayınevi adı yazıyordu ve gönderici kısmına yazılmıştı. Altında da daha küçük harflerle gönderenin adresi yazıyordu. Elleri titreyerek, parçalarcasına zarfı yırtıp açtı. İçinden kısa bir metnin üzerinde yazılı olduğu bir A4 sayfası çıktı.

“Merhaba Suat Bey,

Yayın kurulumuz dosyanızın yayınevimizin politikasına uygunluğunu onayladı. Dosyanızı yayınevimizin adıyla okura sunmaya karar verdik. Ekte yer alan yazar sözleşmemizi kabul ederseniz imzalayarak bize göndermeniz halinde basım işlerine derhâl başlayacağız.

Saygılarımızla.

Akrep Yayınları”

Suat birkaç saniyeliğine kâğıtta yazanları okuduğu anda kalarak boş boş kâğıda bakındı. Sonra şaşkınlığının yerini sevinç ve coşku aldı. Kâğıdı göğsüne bastırarak kokusunu içine çekerken kalbi göğüs kafesinin kemiklerini zorluyordu. Nihayet biraz olsun sakinleşip kendine gelmeye başladığında bir şeyi fark etti. Kâğıtta çok küçük bir detaydı ama kesinlikle önem arz eden bir ayrıntıydı.

“Suat Bey mi?” sorusu ince dudaklarından kopup döküldü. Onu erkek mi sanmışlardı? Belki de dosyasının kabul edilmesini sağlayan unsurlardan birisi de buydu. Bahse vardı ki kadın olduğunu bilseler dosyasını hemen reddederlerdi. “Ama bilmiyorlar!” tamamladı aklından geçen düşüncesini, biraz yüksek sesle. Kafasında şu an bin bir tilki dönüyordu ve hiçbirinin de kuyruğu bir diğerine değmiyordu. “Neden bilsinler ki?” diye devam ettirdi düşüncesini, iç dünyasında. “Beni Suat Bey diye bilmek istiyorlarsa buyursunlar öyle bilsinler. Bence bir sakıncası yok.”

Bu fikri hemen uygulamak üzere elinde zarf, onun da üstünde yazıları düzgün bir şekilde daktilo edilmiş bir kâğıtla birlikte çalışma odasının yolunu tuttu. Bir çocukları olana kadar evin fazladan odasını bu şekilde değerlendirmeye karar vermişlerdi. Odanın kapıya en uzak sağ köşesine konulmuş yazı masası pencerenin yanında yer alıyordu ve Suat’ın sandalyesi de kapıya arkası dönük şekilde masa başına yerleştirilmişti. Elindekileri masaya yerleştirip, daktiloyu biraz geriye iterek sandalyesine oturdu. Masa iki kattı, Suat’ın ellerinin tam karşısında yer alan daktilo ve kâğıtların bulunduğu bölüm birinci kattı. Üstte kalem, silgi, kalemtıraş vb. türden kırtasiyelerin bulunduğu uzun raf ise ikinci kattı. Bu raf masanın eni boyunca uzanıyordu. İşte bu kattan kurşun kalem alarak bir çırpıda önündeki iki sayfalık yazar sözleşmesini imzalayıverdi. İçin için yaptığının bir suç olduğunu biliyordu da kimseye yakalanmamak için bu kadar acele ediyor gibiydi. Bir an için kendini suçlu hissedip hissetmemesi gerektiğini sorguladı ama bu düşünce çok kısa sürdü. Suçluluk duygusu yerini sevinç ve coşkuya bıraktı. İçi içine sığmıyor, otuz iki diş birden sırıtıyordu.

“Mademki onlar aptal yerine konmak istiyor, ben de o zaman onları aptal yerine koyacağım!” dedi yazı masasının başında şevkle.

 

Emrecan Doğan