Kanatları açılamayan göçmen kuşlara dair anlatılan ne varsa hepsi İstanbul’da bir kilise duvarında yazılıdır kanla. Bunu yalnızca körler bilir, bir de gözlerim görmüyormuş gibi davranan ben bilirim. Onlar denizi hiç görmediler. İlk gidenlerin geri döndüğü vakit kum doldu gözlerine. O yaz kuraklık baş gösterdi, kuş ölülerini biçtik orakla. Ben çok kötü bir şey yaptım. Akdeniz’in suyu bozuldu. Pusuya düştü kavruk atlar. Gözlerimden birini burada yitirdim.

Uzaklarda uzakları var eden yangınlar var. Buradaysa yangınlara hep geç kalmış sular. İhtilal gecesinde bir ağacın büyümesini umut etmek suçundan sol omzumdan vurulup öldürüldüğümde silah patlamasının saçtığı kızıl renkle biten bir mektup bırakmıştım ardımda. Silah sesini duymazsam ölmem sanmıştım. Her defasında içerisinden Plevne’de çarpışan askerler çıkacakmışçasına heyecanlanarak açtığım mendilimin içinde sakladığım iki mermiyle vurulduğumu anladım.

Afganistan mağaralarından birindeki bir taşın ruhu bilmediğim dile ağıtlar yakıyor. Sevilmemişliğimi bana her an hatırlatacak bir suretle karşıma dikiliyor. Hala dünyayı seyredecek haldeyken bir gözüm şeker kamışı tarlaları ve Müslüman mezarlıkları arasından var gücümle koşuyorum. İstanbul’da minarelerin göğü deldiği yerden düşüyorum. Kaburgalarımın altındaki artık bir yürek değil. Bunlar nasıl gökler?

Duvara baktım, duvar da bana bakıyor sandım. Suya hasretinden kuzgun karasına dönmüş gözümle ne zaman bir taşın üzerinden sahibinin kaybolduğunu görsem tutup denize attım. Saçlarım uzuyor, uzayacak. Şimdi burada yeniden vuracaklar beni ama artık canım yanmayacak. Bir şehri, kırılmışlığımı ve deniz görmüşlüğümü sığdırıp kırmızı bavuluma bir ağacın gövdesini çürüten bu kederi terk edeceğim. İşte bu benim su üzerinden gelişlerim, gidişlerim ve gözümü kaybedişim.