Eksikliğimi kaybetmeden önce son bir kez tavana bakmalıyım. Düş kırıklıkları daha yere düşmeden kırılıyor, tekrar ve tekrar. Bir tarafta suçluluk, kuruntular ve diğer sivrisinek özentisi kol kaşıntıları; öbür tarafta içi boş solluk kuvvetleri. Tavanımda urganla sallanan da kim? Kum torbası mı? İyi dayak yemiş belli, kum kanıyor yamaların kenarları. “Neyse” diyorum, “bir elimi yüzümü yıkayayım, nasıl olsa gider.” Kirli sakallı, önlüksüz bir doktorum var, o tembihledi görmezden gelmeyi.
Soluma dönüp kollarımdan güç alarak yatağın kenarında doğruluyorum. Belim ağrıyor. Kıtırdatmak için kollarımı sağa sola içe bükerek savuruyorum, aldığı ivme ile dönen bedenimin rahatlaması umuyorum. Yetmedi. Ellerimle, her seferinde bir bacağımı tutup gövdemi o tarafa dönmeye zorladım. Bu sefer oldu. Yarım saniye kadar rahatlamış hissettim. Ağrı, vücudumun devamlı müşterisidir, belime de biraz takıktır.
Sonunda, yatağı ellerimle zemine doğru iterek vücudumu ayaklarımın üzerine fırlattım, az biraz sendeler gibi oldum. Pötikareli lacivert terliklerime ayaklarımı geçirdim. Aslında var olmadığına emin olduğum kum torbasına tutunarak geceleri kedim için açık bıraktığım kapımdan geçtim, koridorun solundaki tuvalete doğru karanlıkta kedime basmamak adına ayaklarımı sürüyerek ilerledim. Sağ elimi pütürlü duvarda ışık düğmesini bulmak için gezdirdim. Çapa gibi olmuş tırnaklarım pütürlere biraz sürttü, içim gıcıklandı. Doğrusu, biraz da uyku sersemi halim ile irkildim. Tırnaklarımın arasına giren kurşunlu, kum beji boyaya bakmaya gerek duymadım, tuvaletteki kırık beyaz ışık her halükârda rengi şaşırmama sebep olurdu, bari renkler yalan söylemesin.
İyice zayıfladım.
Bileğimden kayıp düşmek üzere olan künyemi fark ettim. Elimi havaya kaldırıp ampul takar gibi sallayıp çevirdim, künyem yavaşça kolumun daha güvenli kısımlarına gelirken onunla göz göze geldik.
Kelepçe kesiği bileğini diğer eli ile ovarken beni biraz da endişe ile izliyordu. Daha “iyi misin” diye soramadan direkt konuya girdi.
Gez,
Göz,
Apaçık;
Doldurmuş şeytan. Ölüm tükürdü tükürecek.
Hâlâ endişeli, parmağı güvenlikte, tereddüt ediyor. Artık rengi maviye çalan parmakları tetikle henüz buluşmamış. Hislerini terle atar mı insan? Bariz öfke akıyor sırtından. Pişmanlık, kin, hüzün ve az, çok çok az sempati, ellerinden damlıyor. Parmağı kaşınmasa bari. Dağınık saçları hisleriyle parlıyor, iyice de kirlenmişler, toprağını dahi silkelememiş, belli, koparmaya gelmiş. O kadar dişli değildir halbuki.
“Ne isem, ne değilsem… Hepsi senin suçun!”
Dişlerini ne kadar sıkarsa sıksın birini tanıyorsan dediğini anlamak için duymaya gerek kalmıyor.
Sesi, fırtınalar boğazına kaçmış gibi, diyaframı sönük. Titrek sesi, ilk tanıştığımız günkü gibi.
İntikamı haklıydı. Ben olsam ben de yapardım. Arkadaşlarını ve özgüvenini alıp adını dokuza çıkardım. Keyfini, uykusunu kaçırdım. Başka bir şeyleri daha kaçırmış olsam gerek ki şimdi nefes almak için de fidye istemek için de çok geç.
“Neden tereddüt ediyorsun?”
Ah benim yoz, hardal sarısı dişlerim; kıymıklı, kılçıklı dilim. Müstehcen ağzım…
Dişini kırdı, tetiği çekti. Aynanın bir tarafından diğer tarafına kırmadan geçirdi silahı mermiyi.
Fayans soğuk, böbreklerimi üşütmesem bari. Zeminin boşlukları arasından gidere giden yolda emin adımlarla yürüyor kanım. Başım çatlıyor. Ya da çoktan çatladı.
“Bu kadar gözü kara olduğumu bilmezdim…”
Ben tuvaletimde suçluluk kanarken kedim söylene söylene geldi. Sol ayak parmağımdaki etiketi koklarken bıyıkları ayağımı kaşındırdı, gıdıklandım da. Sanırım.
Işıkları açmamış mıydım?