Ne çok düşünüyorum diye düşünürken saatine baktı. Gece her zamankinden siyahtı. Işıklı bir cadde üzerinde yürüyordu. Yolun sağ ve sol tarafından düzenli aralıklarla sıralanmış miyop noktalara doğru tonu gittikçe koyulaşan karanlık sokaklar dallanıp budaklanmıştı. Ötesi kördü.

Cadde sanki yan yatmış bir ağaçtı şehir ise orman. Binalar ve insanlar aynı renkteydi: hatıraların renginde, sonbaharı yaşamaktan. Bir gövdeden tırmanmaya devam etti. Oysa o şehri bir kadına benzetirdi. Caddelerin de bir ufku vardı. Ufuk, denizle göğü birleştiren. Perspektifte yolun kenarlarındaki binalar uzakta bir yerde iki bacak gibi eklemlenirdi. Şimdi şehrin uzun yırtmacında yürüyordu, çıplak bir tende. Gölgesine veda ederek bütün renklerden arınmış renk skalası bir sokaktan saptı. Ayıbın üstünü örtüyle gizleyerek bir sokaktan saptı: şehrin kasıklarına dokunmaya. Gece her zamankinden siyahtı. O oydu. Yaşadığı dünya kadar o, yuvarlak bir sesli. Belki de içinde naralar kopan bir sessiz harf. İnandığı tanrı kadar o, özel isimlerle özelleşemeyecek kadar sıradan bir o, işaret parmağının ucundaki o, kimliksiz ve artık gölgesiz. Işıktan kaçan bir gölge fakat karanlıkta tamamen kaybolan.

Yine düşünürken dalmıştı, kafasını iki yana birkaç defa salladı kendine gelmek için. Saatine baktı. Gecenin karanlığını alarak çekip gitmesine daha bir hayli vakit vardı. Örselediği her bedeni siyah kanlarla yere deviren ışık, sabah olunca onu etsiz ve kemiksiz de bırakacak mıydı? Çevresindeki reklam tabelaları, kafelerin işletmelerin holdinglerin koca puntolu parıldayan adları altında o hangi gölgenin bitimindeki özel isimdi?

“O” ne kadar çoğul bir kimlikti. Aynı zamanda hükümsüz.