Evimi ev, beni insan olmaktan alıkoyan düşlerimin duvarlarında açılmış onulmaz yaralardı. İşte bu ellerimle ben pazardan elma seçememiş; işte bu ayaklarımla ben yakına varamamış, uzağa gidememiştim. Belki binlerce kez aradığımı bulmak umuduyla karış karış dolaştığım bu sokaklardan birinin sonunda oturup soluklanırken, sandal içinde önümden yavaşça geçen iki Rum’un, bana hiç de aşina olmayan bir ezgiyle söyledikleri şarkının tesiriyle ilk kez ay korkusu düştü yüreğime. Sabaha karşı kayalıklara boylu boyunca uzanmış ve bilmediğim bir dilde ölmüş bulundum.
Alelade kelimelerin tek başlarınayken hiçbir anlam ifade etmemelerine rağmen bir araya gelişleri beni; ne zaman kapandığı, ne zaman açılacağı yahut açılıp açılmayacağı dahi belli olmayan bir kapının önünde bir anahtar sesi duymaya muhtaç olarak dizlerime bakıp oturmak zorunda bırakmıştı. Bir küçük kırmızı kuş, göç yolundan sapıp da çarpmasaydı göğsüme, ben yüzümü bahardan yana dönmeyi öğrenemeyecektim. İsmimi belki hiç kullanamayacak, suya bakmak ne demek bilmeyecektim.
Sırları dökülmüş kırık bir ayna önünde henüz varlığını yeni keşfettiğim ellerimle yüzüme, gözlerime dokunuyor, tenime değen ılık nefesten başka varlığımı kanıtlayacak bir emare bulamıyordum. Gözleri sönmüş ateş yarası, teni sarmaşık zehri yanığı bir annenin bu dünya üzerinde açtığı dikiş tutmaz yaraydım. Işıkları açık bırakıp gitmek eyleminin en azından ışıkları tekrar kapamak için bile olsa gidenin geri döneceğine dair bir umut vermesinin ardından Tanrının geceyi yaratması, beni gidenin geri gelmemesi için dualar etmeye mecbur etti. İşte bu ellerimle ben, pazardan elmalar seçememiş, gök kubbenin perdelerini kaldıramamış, gideni geri getirememiştim.