Ben, bir insanım ve otuz altı yaşındayım. İki tane oğlum var. Evliyim ama kocam varla yok arası. Yani sadece yüzüklerimiz, çocuklarımız ve aile cüzdanımız bizim evli olduğumuzun kanıtı. Ki ikimiz de evliliğin kanıtlanmak için olmadığını düşünüyoruz. Bu yüzden ayrı yaşıyoruz.

On iki yıl önce ikimiz de aile baskısından kurtulmak için evlendik. Ben “Evde kaldın!” diyerek halay çeken dillerden; o da “Artık kocaman adam oldun. Çoluk çocuğa karış!” diyen bıyıklı ve kocaman babasından kurtulabilmek için…

Evlendiğimizin ilk gününden beri ayrı evlerde yaşıyoruz. Çocuklar nasıl oldu diyeceksiniz, bilim sağ olsun. Onun bir tane spermi benim bir tane yumurtamı insan kasaplarının çalışma tezgâhında dölleyerek bir ikiz dünyaya getirdi. Tabii bundan ailemizin haberi yok. Onlar o işi yaptığımızı zannediyorlar. Yapıyoruz ama birbirimizle değil.

Kocam zengin. İktidardaki partinin milletvekillerinden biri. Çok kazanıyor. O yüzden böyle bir şey yaparken maddi bakımdan hiç sıkıntı çekmedik. Çocuklar da henüz büyük değil. Yani neden ayrı evlerde yaşadığımızı sorgulayacak kadar büyük değiller. Ki sorguladıkları zaman ayrılıp bütün aileye bunu duyurmayı düşünüyoruz. Ayrıca çocuklar haftanın dört günü onda üç günü de bende kalıyorlar. Bende daha az kalıyorlar. Çünkü sevgilimle beraber yaşıyorum. Aslında kocamın da sevgilisi var. Ama aynı evde yaşamıyorlar.  Oğullarımın ikisi de üç yaşında. Adları: Ali ve Mehmet. Çok fındıklar. Baya tatlılar. İnsan onları görünce hemen öpüp sevmek istiyor. Onlar benden ne isteseler hemen sorgusuz sualsiz yapıyorum. Ama geçen hafta yapmadım. Anlatayım.

Geçen haftanın herhangi bir gününde Mehmet benden bir küllük istedi. Şaşırdım. Daha fazlasını da yapmak istedim. Üç yaşında çocuk sonuçta. Küllüğün ne olduğunu nereden biliyor? Kim öğretmiş? Aklıma babası geldi. Arayıp konuştum. Ama o, böyle bir şeyi kendisinin öğretmediğini söyledi. (Gerçi böyle bir şeyin öğretmenliğini bildiğim kadarıyla kimse yapmıyor.  Ama tabii bu sadece benim araya sızdırdığım bir laf.)

Ben de üstelemedim. Unuttum ama birkaç saat sonra Mehmet “Küllük istiyorum!” diye ağlamaya başladı. Ben de mecburen bir küllük aldım. Sonra da eline verdim. Reklamlardan falan görmüştür diye düşündüm. Çocuk sonuçta, her şeyi istiyor.

Aradan birkaç gün geçti. Bu sefer de Ali benden bir uçurtma istedi. Gayet normal bir durumdur bir çocuğun uçurtma istemesi. Ben de ona bir uçurtma aldım. Ama o uçurtmayı eline alabilmek için bir küllüğe ihtiyacı olduğunu söyledi. Sonra da ağlamaya başladı. Ben de gidip mecburen aldım. Çocuk sonuçta saçmalıyordur dedim.

Birkaç gün daha geçti. Bu sefer de Mehmet benden süt istedi. Ben de yine gidip aldım tabii. Ama sütü içebilmek için uçurtmaya ve küllüğe ihtiyacının olduğunu söyleyip ağlamaya başladı. Ben de dayanamadım ve bir çocuğun bu kadar saçmalamasının imkânsız olabileceğini düşündüm. Bu yüzden çocuklarımı sıkıştırdım. Ama cevap gelmedi. Okulda hocalarıyla falan konuştum ama her şey normal dediler. Kocama anlattım. O da onların çocuk olduğunu ve bu yüzden saçmaladıklarını söyledi. Son olarak çocuklarımı odalarında uçurtmaların üzerinde oturup, içi süt dolu küllüklerden süt içtiklerine şahit oldum. Şaşırdım. (Tabii ki fazlasını yine yapmak istedim.)  Ama onlar gayet olması gereken bir şeymiş gibi sakin davranıyorlardı. Ben de bu durumu çözmek için çocuklarımı kreşte izleme kararı aldım.

Yani benden, okuldan ve babalarından etkileniyorlardı. Ben ve babası böyle bir saçmalığın sebebi değilsek o zaman kesinlikle kreşti. Belki “Çok abartıyorsun! Bunlar çocuk! Saçmalıyorlardır.” Diyebilirsiniz. Ama ben kendi çocuklarımı tanıyorum. “Çocuk tanınmaz, eğitilir!” de diyebilirsiniz. İşte o zaman da sıkıntı bende oluyordu. O yüzden benim ne olursa olsun bu durumu çözmem gerekiyordu.

Bu yüzden onları izleme kararı aldım. Onları kesinlikle bir büyüğün ya da bir büyükten etkilenmiş bir küçüğün etkilediğini düşünüyordum. Ama asıl sorun kimseye çaktırmadan nasıl çocuklarımı izleyeceğimdi. Sonuçta etkileyen kişi hocaları da olabilirdi. Evet. Belki bana her şey normal dediler. Ama kim bilir? Belki çocuklarımı gizli bir terör örgütü grubuna katmışlardı. Bu yüzden de her şey normal diyorlardı. Olamaz mıydı? Olabilirdi.

Çözümler düşünüp beynimde ampuller yakmaya çalıştım. Ne gezsin bende ampul? Aptal fikirlerimden biri, onları bende kaldıkları üç gün boyunca okula göndermemek ve davranışlarını izlemekti.

Sonuç ise tek çizgi. Klasik teknoloji çocukları ve bunun yanında bütün gün koltuğun üzerinde ya tablet ya da televizyon. Başka bir şey olmamıştı. Tabii yine odalarında uçurtmaların üzerinde oturup, küllüklerden süt içmeye devam ettiler.

Geriye tek çare olarak kreşe gitmek kalmıştı. Bu yüzden sabahın köründe kalkıp çocuklarımla servise bindim. Zaten her şey de serviste çözüldü. Ortada ayakkabı bağcığı yoktu tabii. Sadece balık kılçığı vardı.

Servise adımımı atar atmaz beni içi süt dolu küllükler karşıladı. Yerdeki gri şeridin neredeyse her yerinde içi süt dolu küllükler vardı. Hatta bazı çocuklar yerden alıp içiyorlardı. Daha sonra gözlerim koltukların üzerindeki uçurtmalara kaydı. Gidip servis şoförünün yanına:

“Bu ne böyle?”

“Ne?”

“Bu yaptığınız şey? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?”

“Neyi, ne yapmaya çalışıyoruz?”

“Küllüklerden, sütten ve uçurtmalardan bahsediyorum.”

“Onlar mı? Onlar öğrencileri sakinleştirmek için.”

“Sakinleştirmek için mi?”

“Evet, olması gerektiği gibi.”

“Ben çocuklarım böyle bir servisle okula gitsinler diye para ödemiyorum. Bunun nedenini soruyorum.”

“Benim bir suçum yok. Böyle olmasını isteyen Milli Eğitim Bakanı.”

“Milli Eğitim Bakanı mı?”

“Evet, Milli Eğitim Bakanı geçen günlerde servislerde bir değişikliğin olması gerektiğini söyledi. Bunauymayanların da ceza ödemek zorunda olduklarını. Ben de bu yüzden böyle bir şey yaptım.”

“Peki, neden? Milli Eğitim Bakanı neden böyle bir şey yapmanızı istedi?”

“Valla bir araştırma yapmış sanırım Amerikan bilim adamları. Onlara göre çocuklar sabahları okula gelirken çok heyecanlı oluyorlarmış. Hatta bu heyecan o kadar fazlaymış ki çocukların önceki günlerde akıllarında kalan bütün bilgilerin uçup kaçmasına neden oluyormuş.”

“Yani?”

“Yanisi şu; küllük dediğimiz şeyin insan beyninde sakinleştirici bir etkisi varmış. Bu da sigarayla alakalıymış. Ne alakası olduğunu bilmiyorum. Zaten süt de insanın uykusunu getirir, e zaten uçurtmanın görüntüsü bile insana huzur verir. Bizim Milli Eğitim Bakanı da bu üçünü birleştirmiş ve böyle bir şey yaratmış.”dedi.

Sözünü bitirmesiyle zaten açık olan radyoda Sezen Aksu’nun bir şarkısı bitti ve bir haber yayınlandı. Son dakika haberi ve spiker kız. Aslında o ara neden spiker oğlan olmadığını düşünmem gerekiyordu. Ama haber buna izin vermedi.

Meğersem bütün bu saçmalıkların nedeni fazla ithalatmış. Sevgili iktidarımız (sanırım Cumhurbaşkanın damadı) o kadar fazla süt, uçurtma ve küllük ithal etmiş ki bunları değerlendirmenin başka bir yolunun olmadığını düşünüp böyle bir karar almış.

Mantıklı bir karar aslında. Hem bu sayede insanımız yani en azından çocuklarımız değerli olduklarını hissetmişlerdir. Keşke böyle bir haberi yayınlama salaklığına düşmeseydik. Ne güzel alttan alttan kendimizi avutmaya devam ederdik. Hem şaşırırdık fena mı? Kendimizi önemli hissederdik.

Ayrıca benim sevgili çocuklarımın neden odalarında gizli gizli böyle bir şey yaptığını hala anlamış değilim. Kimseye ve özellikle kendilerine bir zararı yok yaptıkları şeyin. Belki de televizyondan ve tabletten bıkmışlardır. Kendilerinin önüne koyulan yeni ve farklı bir şeyi çocuksu isteklerinin tahrikiyle yapma kararı almışlardır. Bilirsiniz çocuklar için eğlence sadece oyunlar ve oyuncaklar değildir. Ki öyle olsaydı kibrit denilince çocuklarımızın gözleri parlamazdı.

Çocuklarımın kendilerine televizyon ve tablet dışında yeni bir eğlence bulmaları beni mutlu etti aslında. Ama Milli Eğitim Bakanı’nın isteği bu değilmiş tabi ki. Servislerdeki küllükler gidince tabletler de geri döndü. Keşke nefes almanın ne kadar kutsal bir şey olduğunu kabullenebilsek.

Ama kabullenemeyeceğiz. Çünkü dünyanın iç organlarımızın içine sıçmak için bizi ağırladığını düşünüyoruz. Hatta o kadar böyle olduğunu düşünüyoruz ki yaptığımız hataları boyayıp ‘’Biz nefes almaya değer veriyoruz! Biz geleceğe değer veriyoruz!’’  diye gösteriyoruz. Parmaklarımızın gezindiği her saç telimiz bile ne kadar kıymetli oysaki. Değil mi sevgili dostlar? Sizce de öyle değil mi?