İçmiştik. Sevdiğim şehrin sevdiğim noktalarından birinde. Rakımı yüksek, şehrin en güzel yerinin en güzel sokaklarından birini tepeden gören bir yerde. İnsanların yürüyüşünün kesintisiz izlenebileceği sokaklardan birinin güzide apartmanında. Tepede. Kafa olmuştuk ve ölümüne konuşabilirdik hakkında çok fazla şey bilmediğimiz konular hakkında. Ben zaten çoğu konuda fazla bilgi sahibi değildim. Yeni geldiğim bu şehre çabuk adapte olmuş ve gündelik hayatta çok fazla şey tecrübe etmiştim evet ama kendimi fedaisi olarak gördüğüm kültür sanat alanındaki birikimim kendi keyif aldığım şeylerden ibaretti. Bu yüzden alkollü olmak yarıyordu bana, oradan buradan duyduğum minik hecelerle kelimeler inşa ediyor, bu kelimelerle üstüne herhangi bir kitapta şerh düşülüp altına alıntılanan kişi olarak adımın yazması durumunda kendimi her şeyi başarmış sayacağım cümleler çıkarıyordum ağzımdan. İddialıydım. Kendimi kaybettiğim veya kendimi kaybettiğim sandığım zamanların tamamında iddialıyımdır zaten. Kafa olmuştuk ve epey konuştuk. Yoldan geçen sarhoş bir abi, buraya açılacak bir savaşta en muhtemel müttefikimiz, bize takılmıştı. Üniversite hayatının bu demek olup olmadığını merak ediyordu kendi kelimeleriyle. Sorusunu cevapladık. Bir travesti geçti yanımızdan seyyar satıcıların bakışları eşliğinde. Bir polis, köfteciden köfte yedi ve bir zabıta görmezden geldi binlerce işportayı. Yürüyerek geçtik hepsinin arasından, kendimizi bilmediğimiz bir yere atacağımız durağa yöneldik. Rotalar sayılıyordu tek tek, günlük hayatta çok iyi bildiğimiz yerlerin dolmuşçu jargonuna uyarlamalarını duyduk, hoşumuza giden birine atladık.
Cebimizdeki bozukluklarla ödedikten sonra ücreti, alkolün etkisini hissetmeye başlamıştık aynı eylemle birlikte koltuklara gömülmek zorunda bırakıldığımız için içtiklerimiz tarafından. Yarım saat kadar gittikten sonra bilmediğimiz bir yerde indik. Epey yüksek bir yer olsa gerekti çünkü çok yokuş çıkmıştık. Bunu midemin bulanmasından anlıyordum, sağlaması ise onun da midesinin bulanıyor olmasıydı. İndiğimiz yer gerçekten de bir yokuştu ve kendisinin tek olumlu yanı birkaç yüksek voltajlı beyaz ışık saçan sokak lambası tarafından aydınlatılıyor olmasıydı. Her sarhoşun bilincinin açıldığı ve geceyi az çok nerede geçireceğini kestirdiği bir zaman dilimi vardır, bizim için de dolmuştan indiğimiz an belirmişti nerede sabahlayacağımız. Kadere karşı koymayı reddedip geceyi geçireceğimiz mekânı keşfe çıktık.
Lüks bir muhitti ve benim yazma yeteneğim yoktu. Bunu ona da söylemiştim. Bu arada ondan çok bahsettim, kimdi o? Yazma yeteneğim olmadığını iddia etmedi, olduğunu da söylemedi. Genelde pek konuşmazdı ve kelimelerini özenle seçerdi konuştuğunda. Gülmezdi pek. Gülmüyorken diğerlerinin gülmemesi gibi bir şey değildi gözlemleyebildiğim. Güldüğünde ona bakmak isterdim, nefes aldığında ona, şu an gerçek olsun isterdim, yazmayı bırakmamla ilgili girdiğim kavgada iki tarafta olmasa da yanımda olmasını, bir düşmanlık görmeyeli çok uzun süre olduğunu hatırlıyorum. İlkokul ve lise düşmanlıkları veya aynı seviyedeki edebiyat kavgaları, çeşitli yayınları inşa eden otuz yaş üstü ama otuz yaş altı insanlarla olan düşmanlıkları. Epey özlemiştim. Gelişini bir düşmanlık haberciliğine bağlıyorum, terör bölgelerinden yapılan canlı yayınların azalmasına. Bazı güzel şeylerin habercisi yani. Bukowski’nin şiirlerindeki aşk tarifi bu. Birlikte içtiğinizde ayağa ilk kalkanın yerdeki bira şişesi kapağına basıp ah demesi. Kalbi ilk kırılanın kalbini kırandan özür dilemesi. Çünkü herhangi bir şekilde kalıplara veya kalplere/beyinlere sığabilecek tecrübeler yaşatmayacağını hissettirmişti yüklemsiz cümlelerinde ve ben bunu anımsadığımda yine aynı sokaktaydım, bir travesti geçti, omuz attım ona, esnaf çıktı ve cinsiyetçiliğimi kınadı. Sol duyarlılıkların tamamına sahip olan bir muhitte yaşıyordum. ‘’amına koyayım’’ dediğim zaman ertesi gün muhitin küçük çocuk sahibi anneleri tarafından ayıplanıyordum küçük çocukların yanında. Bukowski okumak burada da anlamsızdı, ne değişmişti? Toplumun tepkisini çekmemenin yolu neydi? Bol gizli-fetişli, din tandanslı ve yukarıdakilerin tepkisini çekmeyecek şeyler mi? İçmemek mi, gizli içmek mi? Sorgulamamak mı, gizli sorgulamak mı? Belli ettiğim şeyleri belli etmeden yaşamak, yaşamak değildi bana göre. Kafama vurdu. Evet, vurdu kafama ve eli saçıma takıldı. Güzeldi, yeterince. İç hesaplaşmalarıma girdiğimde çıkardı beni bulunduğum yerden, böyle tasarlamıştım ben de. Bütün hayatım kendisinindi ama bunun olumsuz bir yanı vardı. Benim hayatım diye bir şey yoktu ve bunu ona söylemeliydim en kısa zamanda. Tepkisini bilemiyordum. Kariyer yanlısı, büyük şirketlerde çalışmak ister belki? Veya edebiyata bırakır kendini, birlikte aç kalırız? O kadar bilemiyordum ki. O geceyi orada geçireceğimiz dışında hiçbir şey bilmiyordum. Sabah beş kırk beşte kalktık ve aslına bakılırsa bu da bir tepkiydi. Yeterince klişeleşen altıkırkbeşvapuru imgesi ve kadıköy-beşiktaş vapurunun fetişleştirildiği ülkede denizsiz şehirlerde yaşamak. Başlı başına tepkiydi hem de fiilimsilerle bitirdiğim cümleler de ona eklenir ve anlamı pekiştirirdi. Ben yazmasını bilmiyordum. Sol duyarlılıklarım vardı. Ben yazmasını bilmiyordum, yaşamasını biliyordum. Ben yazamıyordum pek, sadece güzel müzikler bilip kendimi mahvetmesine yaratıyordum bu alandaki bilgi birikimimin. Yerden doğrulmam yine bana iç sorgulamayı def ettiren bir hareketiyle oldu. Onu seviyordum. Yeterince. Herhangi bir aşk öyküsü yazabilecek kadar yetenekli değildim. Herhangi bir aşk şiiri yazacak kadar duygusal değildim. İçimde nefret vardı ama ne pencerelerden giren kelebeklere ne de bizi anti popülist davranmaya zorlayıp beş kırk beşte kaldıran temizlik emekçilerine karşı. Kendi zihnimde kıvranıyordum. Şöyle birkaç dize geçti;
ne kireç badanalı evlerde doğmuş olmak
ne ellerin hırsla yaban tutuşu
ne fabrikalarda biteviye üretilmekte olan kahır
dev iştihasıyla bende kabaran aşkı
yetmez karşılamaya.
Yetmiyordu belki, belki de abartıyordum. Bilmiyorum. Varlığı kesin olmayan biri için fazla anlam yüklüyordum varlığına. Ben üniversite okuyordum ve o da üniversite okuyordu. Yazma yeteneğim yoktu, o ise bıraktığından söz ediyordu, bense bırakılamayacağından ama şair tribi gibi bir triple değil, gerçekten ne kadar örselersen örsele, tek başına kaldığında sana kalan tek şey bu olacak. İşte ben bunun olmaması için çabalıyorum. Tek kalan şey bu olduğunda aslında hiçbir şey kalmamış olacak ve fragman bitip film başlayacak. Mutlu sonlu değilse hiç başlamasın istiyorum artık çünkü beni gülüşünden daha çok etkileyen şey gülmeyişi. Evet, ikisi nasıl bağlanır bilmiyorum, belki de ancak böyle bir metinde.