Havanın kararmasıyla birlikte içinde bulunduğu oda yavaşça karanlığa boğulurken genç adam yatağında sırtüstü uzanmış sadece düşünüyordu. Dışarıda yağan yağmur şiddetini iyice arttırmıştı. Yatağının tam karşısında yan yana duran iki küçük pencere vardı. Onları bu odanın gözleri olarak hayal etmişti hep, içine aldıkları kişiye dışarıyı gösteriyorlardı. Şiddetli yağmurun sesi diğer her şeyi bastırdığında genç adam bir süre sadece bu sesi dinledi, düşünceleri bile susmuştu. Göz kapaklarını bilerek açık tutuyordu. Kapatırsa düşüncelerin zihnine birden hücum edeceğini biliyordu.
Bir süre sonra yağmur yavaşladı ve dışarıdaki sesler gittikçe kaybolarak yerini huzurlu bir dinginliğe bıraktı. Kitap okumayı düşündü ilk önce, hemen başının yanında dün gece başladığı roman duruyordu. Şiir okumazdı, hayır hiç şiir okumamıştı. Şiirin ne olduğunu bilmiyordu. Aslında merak ediyordu ama ona tehlikeli geliyordu. Hiç keşfedilmemiş bir dünyaydı şiir onun için ve bu genç adamın içinde merak uyandırıp heyecan yaratsa da bilinmeyenin tehlikesinin önüne geçemiyordu hiç bir zaman. Romanlar onun için yeterliydi, romanlar güvenliydi. Kalın sayfaların her biri insanlara karşı ördüğü o kalın duvarların parçasıydı. Göz ucuyla kitabına baktı önce; Genç Werther’in Acıları. Bir kaç saniye da aklından şu düşüncenin geçmesine engel olamadı;
“Werther” dedi, “aptal aşık!”
Kitap okumaktan vazgeçti, şuan kitap okumak istemiyordu. Çekmeceden uzanıp bir sigara aldı. Tütünü dudaklarının arasına yerleştirdi ve bir kibrit yaktı. Bunu sevip sevmediğinden bile emin değildi aslında. Neden içiyordu? Bilmiyordu. Sonra hayatında bir çok şeyi neden yaptığını bilmediğini fark etti. Bunlardan en baskın olan neden hala yaşadığıydı. Bu dünyaya gelirken ona doğmak isteyip istemediği sorulmamıştı, tanrının adaleti neredeydi?
Aklına küçükken öldürdüğü karıncalar geldi. Çok fazla karınca öldürmüştü ama ona hiçbir şey olmamıştı işte. Dünya adaletsizdi. Ona göre insanlar karıncaların tanrısıydı. İnsanların tanrısı da onlardan binlerce kat büyüklükte olmalıydı. Yukarıdan bizi izleyen biri var mıydı gerçekten ? Tanrının nasıl bir şey olduğunu düşündü, hiç kimse buna net bir cevap veremiyordu ama o tüm insanların toplamının tanrıyı oluşturduğunu düşünüyordu. Her insanda tanrıdan bir parça vardı. Bir yazar nasıl bir kitap yazarken ona kendinden bir şey veriyorsa tanrıda yarattığı şeye kendinden bir parça vermişti ona göre. O yüzden bazen insanları karıncalara benzetirdi. Her insan taşıyabileceğinden fazlasını alıyordu omuzlarına ama yine de yıkılmıyorlardı. Çalışıyorduk ve her zaman bir şeyler için çabalıyorduk. Karıncalarda hep çalışıyorlardı. Onların yaşamak için bir amaçları vardı, insanlar da öyleydi. Herkesin bir amacı vardı. Sadece bazı insanlar bunu henüz bulamamıştı. Genç adam kendi amacını henüz keşfedememişti ama derinlerde bir yerde yaşamak için bir amacı olduğunu biliyordu, bunu hissediyordu sadece henüz ne olduğunu bulamamıştı. Eğer hissetmeseydi kendini gözü kapalı bir arabanın önüne atmak onun için hiç de zor değildi. Bir şey bekliyordu genç adam. Ne olduğunu bilmediği o şeyi bekliyordu. Bu tehlikeliydi belki de ama küçüklüğünden beri her zaman tehlikeden kaçmıştı, hala kaçıyordu ama o şey geldiğinde kaçmayacaktı. Kendine söz vermişti, hissetmesi yeterliydi.
Düşünceleri bir girdap gibi onu geçmişe çekerken göz kapaklarını masum bir kabullenişle kapattı. Zihninde birden bir sokak belirdi ve küçük bir erkek çocuğu sokakta koşmaya başladı. Ağzında sokak aralarında söylene söylene yıpranmış bir kaç yıllık küflü bir tekerleme dolanıyordu. Zıplayarak koşan küçük çocuğun yüzü zihninde netti şimdi, kumral saçları beyaz tenli yüzüne uyum sağlayarak alnına dökülüyordu. Her zıplayışta saçlar havalanıyor ve tekrar alnına çarparak eski halini alıyordu. Gözleri hafif çekikti. Elinde tuttuğu lolipopu ağzına attığında tekerlemenin sözleri şekerlemeyle birlikte yutularak dışarıya anlaşılmaz bir mırıltı olarak dökülmeye başladı. Bir grup çocuğun ileride oynadığını görünce adımlarını yavaşlattı, onlardan pek hoşlanmıyordu. Daha önce hiç tanışmadığı bu çocukları sevmiyordu, onları tanımıyordu çünkü ne olduklarını bilmiyordu. Onlar tehlikeliydiler, bilinmeyen şeyler her zaman tehlikeli olurdu. Merak yine vardı ama tehlike onu yeniyor, yutup sindiriyordu.
Küçük çocuk kaldırım kenarındaki banka doğru yürüdü, tekerleme hala dudaklarından bir mırıltı olarak dökülüyordu sokağa. Bankın etrafında birkaç tur artı önce, sonra bir taşı futbol topu olarak hayal etti ve hayali kalesine birkaç gol attı. Kenarda bir çiçek gördü ve aklına annesi geldi. Annesi bunu severdi biliyordu televizyon da görmüştü; kadınlar çiçekleri severlerdi. Çiçeği kopardı ve kokladı güzeldi, tıpkı annesi gibiydi. Hemen sonra çiçeğin biraz uzağında yerde bir karınca yuvası çattı gözüne. Yere daha da eğilerek yuvanın etrafındaki karıncaları inceledi, çok hızlıydılar ve hepsi birbirinin yanından geçerek farklı yönlere hareket ediyorlardı. Bir tanesini daha yakından inceledi, diğerlerine göre daha küçüktü. Acaba onu görüyorlar mıydı? Şekeri ağzından çıkarıp onlara bir şeyler söylemeyi düşündü, tekerleme çoktan susmuştu.
“Merhaba”dedi ilk önce. Bir kaç saniye bekledi ama hiç bir değişiklik yoktu. Tekrar denedi. “Hey!” diye seslendi, bu sefer sesi daha yüksekti. Karıncalarda bir değişiklik yoktu ama ısrarcıydı çocuk. Küçük olan karıncaya bakarak; “Beni duyuyor musun?” diye sordu. Yine cevap alamayınca iki kaşının arasında dik bir çizgi oluştu, kenarına şeker bulaşan dudakları ise düz bir çizgi halini aldı. Onu duymuyorlardı. İşaret parmağıyla bir tanesine dokunmayı denedi ve aniden karıncalarda bir hareketlenme olduğunu gördü, ardından ritm bozuldu ve kargaşa başladı. Karıncaların hepsi daha da hızlanmış ve bu sefer hepsi aynı yöne hareket etmeye başlamışlardı. Çocuk aniden bir kahkaha attı, sonunda onu fark etmişlerdi. Demek ki karıncalara dokunarak onlarla anlaşabiliyordunuz. Oysa insanlar öyle miydi? İnsanlar birbirleriyle konuşarak anlaşıyorlar diye düşündü ama bunun tam tersi olduğunu, insanların birbirleriyle konuştuklarını sandıklarını ama bunun çok yüzeysel olduğunu ve aslında her şeyin dokunuşlarla ifade edildiğini gelecekte öğrenecekti. İki insan birbirlerinden hoşlanıp sevgili olabilirdi ama el ele tutuşmak ve öpüşmek bambaşkaydı, asıl iletişim dokunuştaydı. Bir anne bebeğiyle konuşması için ona dokunmalıydı mesela, saçını okşamalı belki de onu emzirmeliydi. Kavga eden iki kişi birbirlerine yumruk atarak anlaşıyorlardı. Bir öğretmen öğrencisine cezasını avucuna sertçe dokunarak veriyordu. Dokunmak insanların iletişimiydi ama bunu çok sonradan öğrenecekti küçük çocuk. Şuan çok küçüktü ve yaşadığı yerin dünyanın nasıl bir yer olduğunu henüz keşfedememişti, tıpkı aşağıda herkes yuvaya doğru hızlıca hareket ederken ters yönde ilerleyen küçük karınca gibiydi ama henüz bilmiyordu.
Küçük çocuk içinde bir heyecan hissetti aniden, onlara kendini fark ettirmişti. Heyecanla onları izlerken minik bir yanardağ benzeyen yuvalarının içine girdiklerini gördü. Gidiyorlar mıydı? Evet gidiyorlardı. Biraz daha eğildi ve yuvaya yaklaştı, acaba içinde ne vardı? Elleriyle yerden destek alırken elini yanlışlıkla bir karıncanın üzerine koyduğunu son anda gördü ama çok geçti. Elini hemen geri çekti, bir değil tam altı tane karıncanın elinin altında kaldığını anladı. Bir tanesi çocuk elini çektiği anda yuvaya doğru gitmeye başladı, diğer ikisi de bir kaç sendelemenin ardından ona katıldılar, daha yavaştılar ama aynı yönde daha fazla çabayla ilerliyorlardı. İnsanlarda böyle değil miydi? Aynı yönde gitmek isteyen onlarca kişi vardı. Kimisi şanslıydı ve onlar için herşey daha kolaydı. Kimisi ise hedefe çok uzaktı ama çabalıyorlardı, daha yavaştılar ama azimliydiler tıpkı bu iki karınca gibi. Tabi bir de daha yolun başındayken kaybedenler vardı; elinin altında ezilen üç karıncaya baktı hiç hareket etmiyorlardı. Çocuk anlamaya çalışıyordu; karıncalar nasıl varlıklardı böyle? Onlar anlaşılması zor yaratıklardı. Eline bulaşan kumu sildi ve yuvaya akın akın giren karıncalara baktı, küçücük delikten girmeye çalışan onlarcasını gördü. Delik çok küçüktü biraz daha büyük olsa hepsi birlikte girebilirdi diye düşündü küçük çocuk. Etrafına bakındı ve eline ağaç dallarından yere düşen küçük ve ince bir dal aldı. Ucunu yanardağın tam ortasına yaklaştırdı. Onlar için yuvayı büyütebilirdi. Aslında birazda biraz da içinde ne olduğunu merak ediyordu. Küçük çubuğu yuvanın deliğinden içeri yavaşça soktu içeriye giren karıncalarda yeni bir hareketlenme oldu ve etrafa yayıldılar. Çubuğu çıkardı ve hiçbir şey göremedi, bu işlemi birkaç kez tekrarlayarak sürdürdü. Bir süre sonra küçük tepeciğin bozulduğunu ve karıncaların etrafa yayıldıklarını gördü. Neden gidiyorlar diye düşünürken elindeki çubuğun ucunda duran karıncaları fark etti. Çubuğa yapışmışlardı ve hareket etmiyorlardı. Vücutları daha farklıydı sanki kolları mı yoktu? Ayaklarına ne olmuştu? Bir tanesinin başı nereye gitmişti? Aniden kafasına bir darbe aldı ve elindeki çubuğu düşürdü. Başını yukarıya kaldırıp baktığında babasının ona kaşlarını çatarak baktığını gördü.
“Ne yapıyorsun burada? Annen her yerde seni arıyor!” diye bağırdı babası. Biraz önce çocuğun başına vuran eliyle şimdi dirseğinden kavramış onu yerden kaldırıyordu. Çocuk hiçbir şey söylemedi ve babası onu biraz önce tekerleme söyleyerek geldiği yoldan geri götürürken başını çevirerek geride kalan karınca yuvasına baktı. Onlara dokunmuştu şimdi anlıyordu, onlara zarar vermişti. Ama onlara bir hediye de bırakmıştı; yuvanın yanında yere düşürdüğü şekere baktı birkaç karınca üzerine çıkmıştı bile.
Genç adam göz kapaklarını araladı. Odanın içi daha çok kararmıştı şimdi, koyu yeşil duvarlar siyaha çalan bir griye dönüşmüştü. Karıncaları düşündü. Genç adam o gün şunu anlamıştı; o karıncaların tanrısıydı. Elinin altına gelen karınca ile parmaklarının hemen yanında kıl payı dışarıda kalan karıncaları düşününce; kaderin var olduğunu anlamıştı. Sokak arasında bulunan o yuva ile kimsenin ayak basmadığı bir arazide başka yuva olduğunu düşününce ‘coğrafya kaderdi’ anladı. Ve küçük olan şeyler her zaman ezilmeye mahkumdu, bunu da anlamıştı. Küçük ile büyük arasında adalet kavramı hiçbir zaman olmamıştı ve olmayacaktı da.
O karıncaların tanrısıydı. O gün orada onlara acıyı yaşatmış ve onlardan can almıştı ama hemen yanında bir hediye de bırakmıştı. Acıyla mutluluğu aynı kefeye koymuştu, kimi karıncalarda mutluluk ağır basarken kimisi acıyı daha çok hissetmişti. O günden sonra bir daha hiç karınca öldürmedi, asla. O karıncaların tanrısıydı, peki onun tanrısı kimdi? Bilmiyordu. Belki o da bir karıncaydı, kim bilebilirdi.