Hava kararıyor usul usul; önce alevlerin arasında bulutlar esir ediliyor, ardından ucu bucağı olmayan bir kül yığını. İşte, tam gecenin ortasındayım dediğim bir anda güneş kendisini gösteriyor bütün sevimsizliğiyle. Keskin bir soğuk, puslu ağaçlar… Her adımımda yine bir bulutsuluk, güneş elini eteğini çekiyor bizim buralardan. Akşam, yine akşam, yine akşam…

Geceleyin daha yaşlı hissediyorum kendimi. Sanki güneşin yokluğunda çöken karanlık, bulutlarla yetinmeyip benim yüzüme de gelip oturuyor. Burnumun ucundan alnımın ortasına kadar bir ağırlık… Gölgelerin örttüğü bütün çirkinliklerden biriyim sadece. Baştan ayağa karalara büründükten sonra yaşımın çok da bir anlamı kalmıyor.  İmkânsızlık tedavülden kalkıyor. Güneş gelip gerine gerine karşımızda dikilene kadar her şey mübah. Azılı katiller, zor ölümler, azgın serseriler, kuduz köpekler; zoraki sevişmeler, tek gecelik ilişkiler, işi ticarete dökenler, türlü fanteziler…

Saç diplerimden fışkırıyor açık kahve. Sanıldığı kadar koyu bit insan değilim, hiçbir zaman olmadım. Yalnızca izin verdim karanlıkların üzerimde toplanmalarına. Bir anlık dalgınlık sonucu ayağım yarısı kırılmış bir bira şişesine takılıyor. Beş santim oynuyor yerinden. Kırık ağzından cam parçacıkları dökülüyor. Dibinde kalan bir parmaklık bira ince ince boyuyor taşları. Eğilip alıyorum onu yerden. Özür diliyorum. Delicesine öpmeye başlıyorum kendimi tutamadan. Şişe açıklı koyulu dudak izleriyle kaplanıyor. Durmadan özür dileyip yeni izler bırakıyorum camın üzerinde. Bir yandan da parmaklarımla minik minik okşuyorum. O da boş durmayıp her ileri geri yapışımda bir çizik atıyor tenime. Bir çizik, bir kesik, bir çizik, bir kesik…

Kanıyorum ipince. Çalıların arasından ansızın çıkan bir fahişe, göğüslerinin arasından çıkardığı mendili bastırıyor kanayan yerlerime. Bastırıp çektikçe parçalar alıyor derimden. Varsın onun olsun, benim ihtiyacım bir süredir yok bedenime. Hatta onu taşımak ağır geliyor günden güne. Derken aynı çalıların arasından bir adam çıkıyor pantolonunu çeke çeke. Kemerinin kopçasını ilk delikte sabitleyip gömleğini üzerine indiriyor. İyice dibimize girdiğinde kokusundan anlıyorum pezevenk olduğunu. Nasıl bir koku olduğunu tarif edemem. Erkek kokusu işte yağla karışık ter. Biraz da alkol ve ucuz parfüm.

Gecenin bir özelliği de birleştirici olması. Kimse kimsenin dostu değil; tanışıklık, ahbaplık gibi durumlar hükümsüz. Ama yine de gecenin insanları hep iç içe, üst üste. Gündüzü yaşamayan, karanlık denen o şeye göbeğimizden bağlı kuklalarız. Adımız yok, kimliğimiz çok. Kişiliklerimiz onun bunun yakıştırmalarından ibaret.

Pezevenk ile fahişesini ve derimden kopan parçaları ardımda bırakıp yürümeye devam ediyorum. Yamuk yumuk attığım adımlarım beni bir mezarlığa götürüyor. Kapısının boyası dökülmüş, paslanmış demirlerine yapışarak ölüm için en güzel yeri seçiyorum. Sıra sıra ağaçların dikildiği o yere gömeceksiniz beni, işte o kadar! Değilse hakkımı helal etmem. Kime? Hangi hakkımı? Haksızlıklar üzerine kurulu geceye ihanet bu sözlerim. Yıllar içerisinde binbir emekle diktiğim ağaçları mezar yerim için dümdüz ediyorum. Önce sevip sonra hepsini öldürüyorum.

Başsız köklerin, yıkılan gövdelerin arasında bir yere kıvrılıyorum. Ben yerleştikten sonra gecenin diğer müdavimleri de geliyor birer ikişer. Evsizler, kimsesizler, ayyaşlar, deliler… Hepsi kendisi için bir yıkıntı seçip yatıyor. Boş yer kalmayınca gelenler, diğer bedenlerin üzerine kapanmaya başlıyor. Çürük bir koku karışıyor havaya. Alkollü, isli paslı, pis bir şey… Dirilerden ölülere bir selam!

Güneş gelince kopuyoruz birbirimizden. Ateşlenen fırın, yıkanan merdiven, sulanan çiçek, pişen yemek kokuları bastırıyor bizi. İyimser fahişe kendisini kat kat kıyafetle gizlemeye çalışıyor. Göğüsleri sadece geceye mahsus iki hazine. Katil alelacele bir gömlek bir ceket geçiriyor üzerine. Mahkemesi varmış. İç içe geçmiş, çıplak bedenler de ayrılıyor birbirinden. Güneş ışığıyla yıkanıp bedenlerini örtüyorlar kumaşlarla. Ve dağılıyoruz mahkemeye, hastaneye, okula, fırına… Güneş gittiğinde birleşecek miyiz yine? Orası muall…muhakkak.