Saatlerdir beni bekliyordu geldiğimde. Aynı bankta oturmuş ve durmadan sigara içmişti. Bu otogarın tuhaf bir hissi var. Tuhaf dediğime bakmayın. Asla doğru anlamda kullanmıyorum bu kelimeyi. Tanımlamakta zorlandığım her şeyin yerine yapıştırıp geçiyorum. Biraz daha zorlasam bulacakken kelimeyi, tembellik ediyorum. “Gerçek” sanırım doğru sıfat bu otogar için. Zaten bir otogarın gerçek olmaması mümkün olabilir mi? Temel ihtiyaçlarımızdan sayılabilecek ulaşım ihtiyacımızı karşılayan temel yerlerden biri sonuçta. Otobüsümüze saatler vardı daha. Sanırım Ankara’ya en son çok küçükken gitmiştim. Ama o an nereye gittiğimle de çok ilgilendiğimi söyleyemem. Meltem’in de durumunun benden çok farklı olmadığını hissediyordum. Klişe bir inanca tutunarak hayatımızdan, yaklaşık 450 km uzaklıkta bir şehre giderek kaçabileceğimizi düşünüyorduk. Meltem bilmem kaçıncı sigarasını yakarken otogarda bir hareketlilik başladı. Asker uğurlamaları başlamıştı. Bir anda etrafımızı türküler, ağıtlar ve tezahüratlar sardı. Her şey o an tamamlandı sanki benim için. Asker uğurlamaları birçok diğer ritüel gibi sahip olduğu canlılıkla beni büyülemeye başladı hemen. Hayatın başka anlarında bulunamayacak, en azından benim bulamadığım türden bir canlılık oluyordu bu ritüellerde.
Meltem yavaş yavaş gözyaşlarını silip gülmeye, askerlerin nişanlıları olduğunu varsaydığım kadınlar ağlamaya, anneler köşeden izlemeye başladılar. Bu seyircisi olduğum coşku ve hüznün bana umut veren bir tarafı olduğunu fark ettim o an. Bula bula aradığım umudu burada bulmamın saçmalığımı bir kenara bırakıp izlemeye devam ettim. Meltem’le pür dikkat uğurlamaları izleyip birbirimize bakıp gülümsüyorduk. O an Meltem’in de benimle aynı hislerle sahip olduğunu düşündüm. Ama bu sürekli sahip olduğum, hislerimin paylaşıldığına dair bir yanılgıdan mı ibaretti emin değilim. Olamam da sanırım. Hiçbir şeyden emin olamıyorum. Sanırım bunla barışmak ve çabalamayı bırakmak en iyisi olacak. Bütün bu ayrıntıların sadece benim dikkatimi çekip çekmediğini merak ediyorum. Eminim ki hiçbir konuda olmadığı gibi bu konuda da ne yalnız ne de özelim. Küçükken her çocuk özel olduğunu sanır. Sonra gerçek hayatla yüzleştiğinizde bu sanrı yok olur ve milyonların içindeki küçük bir zerre olduğunuzu anlarsınız. Ya da çok şanssızsanız ve gerçeklikle yeterince işiniz yoksa bu tuhaf yanılgıyla ve bunun acısıyla bir ömür geçirirsiniz. Meltem telefonuyla oynarken ben de ağlayan nişanlılar hakkında uzun uzun düşünüp, bu asla sahip olamayacağımı hissettiğim gerçekçi sevgiyi kıskanıyorum. Ne onları gözümde bu kadar gerçek yapan?
Otobüsümüzün saati ilerledikçe otogar benliğime karışmaya başlıyor. Kollarım muavinlere, bacaklarım otobüslere, gözlerim kalanlara, dudaklarım gidenlere, burnum bir otogar büfesine dönüşüyor yavaş yavaş. Bunda hiçbir sorun görmediğimi ve koca bir otogar olma fikrinin ne kadar ilgimi çektiğini fark ediyorum. Otobüsler üstümden geçerken canımı hiç yakmıyorlar. Çok ciddiye aldığım hayatım ciddiyetini kaybederken, askerler otobüslerin son ses ve ritimli kornasıyla gidiyorlar benden. Meltem’le birlikte bu aniden karar verdiğimiz Ankara gezisinin, bizi uzaklaştıracağına ve kaçmamıza izin vereceğine dair inancım daha da gülünç gelmeye başlıyor otogarlaştıkça. Aradığım her şeyi buluyorum bu benlik halinde. Coşku, heyecan, hüzün; gitmenin ve kalmanın hiç bitmediği hatta asıl gayenin o olduğu bu benlik halinin aradığım şey olduğunu anlıyorum sanki. Böyle yerlerde hep bir kitap sayfasına ya da bir film karesine dönüşüyor hayatım. Eğer yazarsam anlam kazanacak yazmazsam unutup gideceğim anlardan biri. Bir otogar olmak yerine askerleri uğurlayanlar kadar yaşamak istediğimi hissediyorum. Gerçeğe ve hayata bu kadar yakın. Ama o zaman da bu öyküyü yazmıyor olurdum sanırım. Ne alakası varsa işte. Hiç. Yaşamayı beceremediğim için yazmak istiyorum. Ama sanki otogar olmaktan da başka çarem yok gibi. Biz Meltem’le otobüse biniyoruz, askerler sakince yerlerine oturuyor. Ağlamalar artarken tezahüratlar azalıyor. Ben de uğurlayamadığım tüm askerlerin cevabını buluyorum.