Alarmla verdiği uzun bir mücadeleden sonra, uyanıyor. Her sıradan insan gibi, onun hikayesi de uyanarak başlıyor, şaşırmıyor bile buna. Kendi kendine bir mücadele yarattığından ve üstüne üstlük bu mücadeleyi kaybettiğinden, bugüne de yenilenlerin safında başlıyor. Ne yapmak istediği, bugünün nasıl geçeceği hakkında hiçbir fikri yok. Önceki beş günü evden hiç çıkmadan ve birbiriyle tamamen aynı geçmiş bir insan için fazla heyecanlı bile sayılabilir. Dışarı çıkmaya karar vereceği gün, bugün olabilecek kadar heyecanlı. Hislerini haksız çıkarmamak adına, karar veriyor sonunda dışarıya çıkmaya. Ama alışık olmadığı bir şekilde zorlanıyor bu kararı alırken, psikolojik bir mücadele vermesi gerekiyor. Korktuğunu fark ediyor dışarı çıkmaktan, anlam veremiyor bu yeni ve anlamsız korkuya. Kahvesini hazırlıyor ve yavaşça giyinmeye başlıyor, hatta makyaj bile yapıyor. Kahvesini bitirip evden çıkmaya hazır olduğunda son bir kez geçiyor aynanın karşısına, gördüğünü beğenerek ayrılıyor evden.

Huzura yakın bir şey hissediyor sokakta yürürken, taşındığından beri ilk kez hissettiği bile söylenebilir belki bu huzuru. Bunu düşünürken İstanbul geliyor yine aklına, arkasında bıraktıkları, özledikleri, kaçtıkları. İstanbul’daki hayatıyla Paris’teki hayatı arasındaki koskoca uçurumu düşününce biraz içi burkuluyor. İstanbul’dan küçük bir burjuva olarak yola çıkmış üç hafta önce, Paris’te büyüyeceğini, kendi ayakları üzerinde süzüleceğini umarak. Büyüdüğündeyse, büyük bir burjuva olmayı beklerken, şimdi yaklaşık bir haftadır elektriksiz yaşadığı, geldiğinden beri doyduğunu hatırlamadığı bu şehirde, geceleri üşüyerek, o çok sevdiği üçüncü dalga kartonlardan uzak, nescafe’sini yudumlayarak geçiniyor. Hep hayal ettiği bohem hayatı yaşarken, bu hayatın pek de hayal ettiği gibi olmadığını anlamış bir küçük kız aslında hala. Reflüsünün doktorların önerdiği gibi kahveden değil, ana baba parası yemekten olduğunu da çok önce fark etmiş bir kız bu, burjuva olmanın dayanılmaz utancını hep omuzlarında taşıyan, 1 Mayıslarda yüzü kızaran bir kız. Ama arada bu utancın yanı sıra, burjuva olmanın dayanılmaz hafifliği geliyor aklına ve özlüyor o hafifliği, bunu itiraf edecek yüzü olmasa da. Alıştığı hayat, hayal ettiği hayat ve şimdi önündeki hayat arasında sıkışıp büzülüyor. Alışmış olduğunu ancak kaybettiğinde fark ettiği o hayatı sürdürürken hastalıklarının bile ayrıcalıklı hayatına özgü olduğunu şimdi şimdi fark ediyor. Mesela anoreksiyasının burjuvalığı, şimdi gerçek açlığı tatmış midesini bulandırıyor. Alıştığı fanusun kırılan camları, rüyalarına batıyor.

Bütün bunları düşünürken metro istasyonunda buluyor kendini. Merdivenleri inip beklemeye başlıyor ve kısa bir süre sonra metronun içindeki yerini alıyor. Oturacak bir yer bulmuş olmanın ferahlığıyla kitabını çıkarıyor çantasından, telefon mu kitap mı çatışmasındaki duruşunu belli ederek, sayfaları çevirmeye başlıyor. Bir sonraki durakta, yanındaki boş koltuk da doluyor. Kafasını kaldırıp yanındakine bakmadan kitabını okumaya devam ederken, yanındakinin dirseğinin giderek göğsüne doğru sokulduğunu hissediyor. Her kadının haftada en az bir, çoğunlukla daha fazla yaşadığı o his içine yayılırken, belki de yanlış anlamışımdır diye kendini teselli etmeye çalışıyor ve olabildiğince cam kenarına doğru kayıyor. O kaydıkça sanki dirsek peşinden geliyor, büzüşüyor, eziliyor cam ve dirsek arasında. Kafasını kaldırıp adamın suratına baktığında, erkeklere has o mide bulandırıcı, gülümsemeye yakın mimiği görüyor. Zaten bir süredir hızlı çarpan kalbi daha da hızlanıyor, sanki o küçüldükçe dirsek büyüyor, hayır’a sağır o herife, kafasından silemediği o boğuk sese, üzerindeki el izlerine dönüşüyor. Dirsek tam onu yutmak üzereyken metronun durduğunu fark ediyor hayal meyal, hızlı adımlarla kendini dışarı atıyor ve en yakın çöpe kusuyor.

İlk tacizine uğradığına göre, ait sayılıyor mu artık bu şehre? Ait hissetmiyor, yalnızca tacize uğramış gibi hissediyor. Kirli hissediyor yine, lanet ediyor sutyen giymediğine, lanet ediyor adama bağırmak yerine kaçan korkak bedenine, lanet ediyor erkeklere, kadınlara, bu şehre, İstanbul’a, her şeye. Derisini yüzmek istiyor, kendi iyiliği için istiyor bunu, üstündeki bu bir yıllık kir ancak böyle çıkabilirmiş gibi hissediyor. Derisini kanatana kadar liflediği akşamlar geliyor aklına, o kanı görmenin ne kadar iyi geldiği. Kafasından bu düşünceleri atmaya, silkinip hayatına devam etmeye çalışıyor. Kendine verdiği sözü tutmaya çalışarak, hafif eğilmiş omuzlarını tekrar dikleştiriyor, kırılgan duruşunu eski haline getiriyor, emin adımlarla metro çıkışına doğru yürüyor. Ne olursa olsun, kimseye kırılgan bir anda yakalanmamak gerektiğini biliyor, dışarı gösterilen yüzün hep gücü yansıtması gerektiğini, bu ne kadar yorucu olsa da güçsüzlüğü yansıtmanın er geç getireceği pişmanlıktan daha iyi olduğunu biliyor.

Metrodan çıkar çıkmaz bir sigara yakıyor, inmeyi planladığı durakta olmadığını biliyor, “inmeyi planladığım olmasa da inmem gereken duraktayımdır belki” diyerek gülümsüyor kendi kendine. Tesadüflere, evrenin mesajlarına hatta bazen kadere inanıyor. Bunları hayatın ufak göz kırpmaları, tebessümleri olarak görüyor. Bunların, hayatın yaşanabilir olması için gerektiğini düşünüyor. Yürümeye başlıyor, iki trafik ışığı, altı kafe, üç bar ve bir restoran geçip ikisi erkek biri kadın olmak üzere karşılaştığı üç kişiyle aşk yaşadıklarını hayal ettikten sonra, bir parkın önüne varıyor. İçine girip biraz yürümeye karar veriyor fakat bir süre sonra yorulup ağaçlardan birinin altına kuruluyor. Biraz kitap okuduktan sonra yazı yazmaya karar veriyor fakat ıkınıp sıkılarak geçen bir 15 dakikanın sonunda kaleminden hala hiçbir leyin akmaması yavaş yavaş sinirlerini bozmaya başlıyor. Yazabilmek için İstanbul’da bıraktığı birkaç aşkı düşünüyor, özlemeye çalışıyor onları, ağlamaya çalışıyor fakat hiçbir şey hissedemiyor. Hiçbir şey hissedememekten de öte, o insanları sevmenin nasıl bir şey olduğunu anımsayamıyor bile, kafasında canlandıramıyor aşık olma durumunu ya da o güvende hissetme halini. Hepsi çok uzak ve yabancı geliyor ve çok korkutuyor onu böylesine uzak ve yabancı olmaları. Sadece kelimeleri değil, hisleri, duyguları da siliniyormuş gibi hissediyor, insanlığı yitiyormuş gibi geliyor hatta ve telaşlanıyor biraz. Kalemini defterini toplayıp dönüş yoluna geçiyor.

Eve doğru yürürken, biraz nefes almak için sabahtan kapadığı telefonunu açıyor ve bir anda pek çok cevapsız arama ve mesajın bombardımanına uğruyor. Hiçbirine geri dönmeden telefonunu tekrar kapayıp eve dönüyor. Merdivenleri çıkarken karşılaştığı komşularla selamlaşmak bile fazlasıyla ağır ve yorucu geliyor bu sefer, kapısı çalındığında yalnızca evde olmamak istiyor. Yine de açıyor kapıyı ve hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. İnsanlığından geriye kalan birkaç şeyden biri olan ikiyüzlülüğüne sımsıkı sarılıyor. Gelenler gidiyor, kapı tekrar kapanıyor, hava tekrar kararıyor. Bu gece de uyuyamıyor ve ertesi sabah yine uyanmak istemiyor.