Gece on iki buçuktan beri onunlayım. Ters çevrilmiş ahşap kasanın üzerine konulmuş bir minderde oturuyorum. Deniz kenarında yürürken hep bir şeyler anlattı. Kendisiyle ilgili konulardan değil, başkalarının düşüncelerinden bahsetti. Söylediklerine karşılığım hoşuna gitmiş olacak ki beni evine çağırmıştı. Beklentimin tersine içeri girdiğimizden beri tek kelime bile etmedi. Geniş pencere denizliğine oturmuş dışarıya bakarak sigarasını içiyordu. Birkaç kez konuşma girişiminde bulundum. Duvarlarda çerçe-velenmemiş resimler ve yerde üst üste konulmuş dağınık gruplar halinde kitaplar vardı. Bunlardan bir konuşma yaratabileceğime inançlıydım. Okuduğum bir kitap gözüme ilişti, onun hakkında fikirlerimi belirttim. Bırakın bir şey söylemeyi mimikleriyle bana katılıp katılmadığını dahi göstermedi. Evinden çıkıp gidebilirdim, hatta şimdi bile çıkıp gidebilirim. Gidiyorum, diyebilir miyim? Hayır, diyemem. Karşımda öylesine güzel ve gizemli bir manzara duruyorken onu terk etmek içimdeki yalancıyı küçümser. Sokak lambasının uzaktan gelen ışığıyla hafifçe aydınlattığı kemikli yüz, dolgun dudaklar, uzun parmaklar… Daha önemlisi kafasının içinde röntgeni bekleyen sürüce düşünce var. Bırakamam. X ışınlarını bulacağım. Sabırlıyım.

Akrep mi yelkovanı kovalıyor yoksa yelkovan mı akrebi, buna karar verememiş-tim. Hangisi olursa olsun zamanın en hızlı halinde olduğu belliydi. Kolumdaki saat sabah beşi gösteriyordu. Pencereye sürterek söndürdüğü sigaraları pencere denizliğine bırakıyordu, yükselişteki bir sigara yığını gözümün önünde kıvırarak dans ediyordu. Pencere geldiğimizden beri açıktı ve içeri çok fazla soğuk giriyordu. Güneş doğmak üzereyken insanlar üşümelerini doruklarda yaşar çünkü. Gözleri hiç üşümüyormuş gibi baksa da ellerinin titremesi çok belirgindi.

Yanına yaklaştım. Kafasını hafifçe bana döndürdü, konuşacağına dair inancım en çok o zaman oldu. Bundan cesaret alıp omzuna dokundum. Pencereyi kapatmasını rica edecektim sadece. O kadar hafif dokunmuştum ki… Yazın serinletici bir rüzgâr gibi… O ufacık dokunuşla birden düştü ve yere çarpmadan yok oldu. Anlamsız bakışlarla pencereden sokağa bakıp durdum. Ne olduğuna mantıklı bir açıklama getiremiyordum. Ne bir ceset ne kan vardı. Hiçliğin ıslığı, kulağımı okşuyordu. Kafamı çevirip evin içine baktım, bir şeyi kaçırmış olmalıydım. Evi dolaşırsam belki onu bulabilirim diye düşündüm. Ama düşmüştü de… Kafam çok karışıktı. Yanılmama dair umudum ile evi dolanmaya başladım.

Evin içinde neredeyse hiçbir şey yoktu. Kitap, resim ve etrafa atılmış birkaç ahşap kasa vardı. Evdeki en değerli eşya oturma odasındaki bir kanepeydi. Yoktu ortalıklarda. Bense bu evi kendime çok yakın ve bir o kadar soğuk hissetmeye başlamıştım. Özellikle kanepede sanki senelerce uyumuş gibiydim. Kanepenin tam karşısında bir resim daha vardı. Onu görünce kesin karara vardım: Ben bu evde daha önce birçok kez bu resme bakarak uyumuştum. Resmi daha dikkatli inceleyince çizilen kadının annem olduğunu fark ettim. Burası tanıdıktı. Burası benim evim ama sıcaklığım değil artık. İnanmak istemiyordum hala daha ama resme baktıkça annemin öfkesini üzerimde hissediyordum. Evet, batmıştım. Kabullenmeliydim. Kitabı tutmayan ve resim sergilerine gidilmeyen bir sanatçıyım. Ne kadar sanatçı denilirse… Gerçeklik, beni tamamen hayallerimin içinde yaşatacak kadar itmemişti. “O adamı” yazmadım veya çizmedim. O adamı yaşadım ve öyle kaçtım. Bir elimde kendim, bir elimde pulsuzluğumla ellerimi suratımın arasına alıp yüzüme buladım. Ardından gözyaşlarımla temizlenmeye çalıştım.