Mayıs bindokuzyüzellidört.

Eve dönüş yolunda kaçırdığım vapurun ardından bakakaldığımda dünyanın henüz yaratıldığına inanmıştım. Eğer gerçekse okuduklarım ve ben eğer bir başka evrende o vapurun güvertesinde Alaturka’yı mırıldanıyorsam; o an yalnızca Alaturka’yı mırıldanıyor olurum. Dünyanın yaratılış hikâyesini yazamamış olarak kim bilir kaç yıl sonra yine aynı gün Sait’in yanına giderim.

Kimselerin uğramadığı sokakların ve evlerin önünden geçip, kim bilir kaç senedir oturduğum ama hiç de içinde olmadığım evime gidiyorken aslında birçok şeyi zamana karşı yapıyorum. Bizi hiç bilmeyen ve zaten bu topraklardan da olmayan, ancak küçük bir lambayla aydınlatılabilecek kadar küçük bir odada bulunduklarında kalabalık sayılabilecek alaca gözlü insanlara, evlerden ve akşamlardan payıma düşen kısacık zamanda yeni bir şeyler öğretmeye çalışıyorum. Dünya üzerinde tamamlamam gereken kutsal bir vazifem yok, anlamlı düşler de görmüyorum. Yine de bu insanlar beni dinliyorlar. Çünkü bir zamanlar güçlü surlarla korunan o muhteşem kentlerini kaybetmenin ve özlemenin acısını yalnızca bilmem kaçıncı yüzyılın vebasını andıran vişneçürüğü dudaklarım arasından çıkan sözcüklerle ben avutabilirim.

Dünyada şahitlik etmeye değecek ne varsa ben yokken olmuş. Zaten Tanrı, çağlar açıp kapatacak o gür sesi bana vermemiş. Buna rağmen güçlü rüzgârların beni sürükleyerek getirdiği, köpeklerin durmak yorulmak bilmeden uluduğu bu kentte tarih tekerrür ediyor. Sayamadığım kadar çok zamandan beridir neredeyse her gece düşlerimde uzunca boylu bir adamı hiç dokunmadan öldürdüğümü görüyorum. Evler üzerine yıkılan dağlar gibi devriliyor ayaklarımın önüne. Çok kan akıyor ve bu kanlar düşlerimi bozuyor. Kırıp uykunun kapılarını can havliyle nefes nefese uyandığımda aynaya ne zaman baksam değişiyor yüzüm.