O gün ilk kez uyanık hissettiğinde, somon pembesi battaniyesinin üstünde, papatyaları izliyordu. Ne kadar olduğunu hatırlamadığı kadar uzun bir süredir baş başaydı kendiyle. Bundan ne haz ne de keder duyuyordu; stabil bir hayatı, stabil fikirleri ve stabil hayalleri vardı. Bunlar onu ne yoruyor ne de heyecanlandırıyordu, yorulmadığına şükretmediği gibi heyecanlanmamasından da şikayetçi değildi. Somon pembesi dünyasında, papatyaları izliyordu yalnızca.
Güneşli anları olan, fakat güneşli denebilecek kadar güvenilir olmayan bir gündü. Beliz, uğranılan bir kadındı; gidişleri de dönüşler kadar sorgulamazdı, orada dururdu sadece. Bugün de güneşin gidişlerini sorgulamıyordu. Çünkü zaten güneş geldiğinde, gittiğine dair bütün izleri silecek kadar sokulgandı. Güneşin uğradığı anların sıcağını, gitmesine edebileceği sitemle üşütmek istemiyordu, onu gitmeyi seçtiği anlarla da gelmeyi seçtiği anlarla da kabul ediyordu yalnızca, kendi dışında gelişenlerin üstüne bir iddiası yoktu.
Birkaç aydır hayatı, sitesinin ona sunduklarından ibaretti. Dışarıdaki dünya kavramı, içine dolan bilinmezliklerle ağırlaştıkça ağırlaşıyor ve sanki sitesi Beliz’in belini sıktıkça sıkıyordu. Bu çimlerdeyse mutluydu. Bu siteye, bu eve, bu şehre ve hatta kendine bile (zira henüz ne yaşı ne başı yeterliydi ‘kendi’ kavramı inşaasına) ait değildi belki ama, bu çimlere ait hissediyordu. Nerede bir çim görse ona ait oluyordu Beliz, güneşin uğrama ihtimaline bağlı yaşamlardandı yaşamı.
Bugünse çimlerini biriyle paylaşıyordu. Beliz’le aynı yaşta olan, uçlarından bal damlayan açık kahve saçlarını genelde tepeden toplayan ve sıkça konuşan bir kızdı bu. İlişkileri temelde, Beliz’in dinleme, onun anlatma isteği üzerine kuruluydu. Şartlar dolayısıyla bir araya geldiği bu kızda Beliz’in gözüne çarpan ilk şey, korkusu olmuştu. Fazla konuşmasına sanki, en derinine gizlediği sözlerin anlaşılma ihtimalinden duyduğu telaş eşlik ediyordu. Bundan dolayı da Doğa’nın bir cümlesinin bittiği yerde mutlaka yenisi başlıyordu ve her cümlede orijinal heyecan sürdürülerek devam ediyordu konuşma.
Genelde sessiz ve uyumlu olsa da, bugün güneşi Doğa’yla paylaşıyor olmaktan rahatsızlık duydu Beliz. Uzun süredir hep kendini dinlemişti ve insan bir kez aşık olunca kendi melodisine, hayatı boyu diğer insanların ağzından çıkanlar tahammül edilen söz toplaşmalarına dönüşüyordu. Beliz bugün, tahammül etmekte bile zorlandığı bir gündeydi. Kelimelerin bu düşüncesiz sarfını bir ziyan gibi görüyordu, onun sessizliği çekingenliğinden değil, kelimelere saygısındandı. Hele ki böylesine bir güneşin karşısında, sanki asıl önemli olan onun ihtişamı değil de, iki insanın bilyonlarca kopyası olan hayatıymış gibi (ki bu hayat bilyonlarca kopyanın aslı da değildir, bilyonunun bilyonu da kopyadır) şaşırma, ciddiye alma ve ilgilenme rolü yapma enerjisini bulamıyordu kendinde. Susmak istiyordu sadece ve teninin konuşmasını dinlemek güneşle. O kadar şey vardı ki çünkü konuşulacak ve o kadar gerek yoktu ki hiçbirini konuşmaya. Dikkat dağıtan, zaman geçirten unsurlardı hepsi, güneş ona öğretmişti,
önemli kavramı fuzuliydi.
Ve yine güneşten öğrendiği bir şey varsa, o da bazı güzelliklerin sessizlikle takdir edilmesi gerektiğiydi. Bakılmalıydı yalnız, görmeli ve görülmeliydi araya yığılan söz duvarlarının uzağında. Mesela bir papatyanın karşısında tiradlar atmak uygun olmazdı, onu bakışında yaşamaktı makul olan.
bakış ki göz teması ki en ırak söz sanatlarına
söz sanatları ki zaten, yaşayamayanlardan çıkan bir safsata. Öyle yoğun bakıyordu ki Beliz güneşin bir sokak kedisi açlığıyla yaladığı papatyaya, içinden maviler süzüldü ondan papatyaya, sonra papatyadan ona sonra ondan papatyaya. Bembeyaz bir özlem ve kopkoyu bir huzurla yoğrulduğunu hissediyordu.
Bir papatya bulunabilen her sokakta, mutluluğun da bulunabileceğini düşünüyordu o an. Doğa’nın sesleri bile rahatsız edici olmayı kesmişti, sanki dünyada her şey berraklaşmış ve Beliz hepsini bir anda oldukları gibi görüp kabul etmiş, sonra da raflarına kaldırıp yoluna devam etmişti.
(Güneş Aşk’tı ve her papatya bir aşk çocuğuydu dünyada. Sarıları en parlak olanlar en meyveli aşkları özünde taşırlardı, onlarla bakışınca insanın içi ferahlardı. Ve Aşk’ın karşısında özenle yoğurduğumuz kelimeler yersizdi. Aşk bir elin diğerine değmesiydi, bir elin diğerine değdiğinin yazılması değildi. Yaşanan olay dünyamız kadardı ve onu sözcüklere yerleştirmeye çalışmak, her soktuğumuz kalıpla bir bölümünü kesmek, dünyadışı yanlarını kırpmaktı ve ölümlüydü her dünyevi şey. Yazılan sonsuz, sonluydu. Güneşin değdiği her yerdeydi Aşk, kelimeler Güneş’e değemezdi. Onlar ağızla çıkarılan seslerdi ama öylesine kazınmıştı ki her kelime zihnimize, susamıyorduk Aşk’ı içecek kadar. Aşk’ta dil engeli yoktu, dil Aşk’a engeldi.
ve yazmak,
bayağılaştırmaktı Aşk’ı.)
Beliz kalemini bıraktı.