Epey oluyor, baharın bu soğuk günlerinde şu devam eden kıştan buz gibi bir gece hatırıma geliyor ve geldiği andan saniyeler sonra gözlerim doluyor.
Her defasinda o derin duyguları tekrar yaşıyorum. Ciğerlerimdeki yanmayı köküne kadar hissediyorum yine, soğuktan burnumun aktığını sanıp elimi burnuma götürüyorum.
Hayır üşümüyorum.
Öyleyse neden titriyorum?
Peki, neden gözlerimden -aslında olmayan- (kanlı) yaşlar akıyor?
Derin bir boşluktayım.
Bu duygunun ne olduğu hakkında tahminlerim var aslında ama dilim dönmüyor, söyleyemiyorum.
Çiğ beyaz duvarlarında zamanın hiç akmadığı bu yere ne zaman gelmişim?
Bütün bu hastalıklı soruların sorumlusu odanın havalanması için açtığım pencereden gelen yoğun koku…
Ne koktuğunu çözemiyorum ama küf gibi bir şey. Eski bir koku bu. Biraz sarı, biraz yeşil, biraz da gri.
Bir gece onunla beraber bilmem nerede yürürken de buna çok benzer bir koku almıştık. O an, yıldızların kaynaştığı saçlarını geriye atıp
“Sen de kokuyu alıyor musun?” demişti.
‘’Evet.” demiştim.
Artık burnumu yakmaya başlayan bu melankolik kokuyu nasıl almazdım. Birden elimi bırakmış ve ellerini birbirine vurup keskin bir hareketle olduğu yerde durmuş, gözlüklerini çıkartıp bana dönmüştü.
“Gri yeşili kandırıp sarıyı yememeli!” diye bağırmıştı.
O an en az bunu neden söylediğini bilmediğim kadar bilmiyordum grinin kötü, yeşilin masum, sarının mağdur olduğunu. Birbirimize bakakalmıştık. Bu kağıt için fazla gerçek dışıydı o an.
O gece, onu evine bıraktıktan sonra ben kendi evime gidemedim. El çırpışını, bağırışını ve o donuk gözlerini düşünmeden edemiyordum.
Bakışlarında küstah, cesur ya da şuursuz bir şeyler vardı. Ya da korkmuş bulunuşumdan mi, korkmuş olmamdan mi öyle gelmişti? Bilemiyorum.
Yürüyordum ama yol bir yere varmıyordu. Duvarlarda gri, yeşil, sarı yazılar görüyordum herhangi bir renkle yazılmış olan, dünyayı ifade etmeye ya da dünyaya gardını almaya çalışmış, üstelik ikisini de başaramayacaklarını bilmiyorlarmışçasına yazılmış. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Kara kara bulutlar vardı. Kara da olsa varlardı. Ama çok uzaktalardı. Bu sefer başımı öne eğdim. Dibimde gri, pis asfalt…
Koşmaya başladım. Neyden kaçıyordum? Gridense bastığım yerden kurtulmam mümkün değilken neden koşmayı seçtim?
Gerçi gökyüzünde de ne yapılabilirdi ki, ne yapılabilirdi?
Beni düşünme yetimi kaybedecek kadar korkutan şey grinin yeşili kandırması ve sarıyı yemesi miydi? Ben kandırılmaktan mı yoksa yenmekten mi korkuyordum bu kadar? Yoksa zaten çoktan kandırılmış veya yenmiş, grileştirilmiş miydim?
Tek başıma bir protesto yürüyüşü gibi hissediyordum. Kimse benimle koşmuyordu. Koşmayanları protesto ediyordum ben de.
Çünkü kaçmalıydık hepimiz griden, insanları uyandırmalıydım. Işıkları sönmüş olan insanlığı uyandirmaliydim.
Ben yeşil hissettiğim için koşuyordum kanımca. Taşların arasından sinsice (bir o kadar da korkarak) dışarı fışkıran çimleri görene kadar tamamiyle yalnız bir yeşil gibi hissettigim icin… O ifadesi güç, yoğun korku da griyle beraber sarıyı yemek zorunda bırakılmak istemememden kaynaklıydı. Hatta istememenin ötesinde bir şeydi. Düşüncesi bile beni strese sokmaya yetiyordu. -Yeşil olmak zordu. En zoruydu zorlukların.-
Göğsümde gittikçe şiddetlenen bir hırıltı ile koşmaya devam ediyordum. Kollarımda birer el hissettim, o saniye bütün duyularım hiç olmadıkları kadar dikkat kesildiler her şeye. Ayak sesleri duydum.
Bunu nasıl olur da daha önce duyamadım?
Dibimdeki ayak sesleri!
Korkudan sınırlarını zorlarcasına açılmış gözlerim yanmaya başladı.
Ve bir çift el daha.
Yere düşürdü eller beni. Bağırdım. Yeşil çimler hariç kimse beni duymadı. Griye yakalanmıştım.
Yumruklar savuruyordum. Neden yakalamıştı beni?
Yeşil olduğum için mi suçluydum sadece?
Bütün gücümle annemi çağırıyordum. Gri onu da mı yakalmıştı? Duysa kesin gelirdi.
Şimdi ne olacaktı? Önüme Van Gogh’ un kulağını, temizlemediği bıçağını ve sevgilimi mi koyacaklardı? Griye yemeğinde eşlik mi edecektim? Biricik değerlimin kollarını, bacaklarını, derilerini ayıklayıp mideye mi indirecektim?
Zavallı sarı sevgilim…
Artık bağırmaktan vazgeçmiştim. Gelmeyişinden dolayı annemin de grinin sofrasına oturtulduğundan emindim.
Kulağımın dibinde şiddetli bir ses duydum.
“İğneyi getirin çabuk!”
Kollarımı hareket ettirmeme engel olan beyaz kıyafeti gördüm sonra üzerimde. Ve birden her şey grileşti. Neyse ki ortada ne sofra vardı, ne de biricik sarı papatyam, sevgilim.