Burada insanlar yaşayan ölülerdir. Havalar ısınıp soğurken gittikleri görülmüştür. Dönüşlerini beklemek de beyhude bir denizci tutkusudur. Bitmez, bitemez hissi veren sükûnet, bir akşamüstü ansızın sona erdiğinde, sorusu sorulamayan ebedi Tanrı’nın günlerini eksiltebilir mi? Konuşanların hiç sırrı yoktur. Bu insanlar hiç iz bırakmamış gibidirler. İsmimizi söyleyecek nefesler henüz ciğerlerinde bir bıçakken, bu, bizlerin ilk aranışı ve ilk bulunamayışıdır.

Ellerim hatırlıyor, ellerim unutamıyor. Gergef dokuyanlar yaralı parmaklarını siliyorlar mendillerine, kanlı mendillerini sallıyorlar gidenlerin ardından. Geride kalan, bizi bekleyen bambaşka bir hayat var artık; gece uykuyla beraber hemen hemen yok hükmünde olan kadifeden akşamlar. Güneşi bir kez tatmış olan ruhumda karanlığın bıraktığı tadı düşünün. Göğsümde kırılan yaz heveslerinin ardından ben artık konuşmuyor, bağırmıyorum.

Pencereden bakmış birinin yüzü hala hatırımdadır ve sanıyorum pencerenin de hatırında. Rüzgârın dilinden düşmeyen tarçın kokulu yıldız masallarına artık inanmasak da kapıyı açık bulsak dahi biz, gidemeyiz. Bu, hem ardına bile bakmadan terk edilecek hem de özlenecek ve dönülecek bir kapıdır. Tüm bunları aynalarda ve sularda artık göremediğim suretlerden okuyorum. Biliyorum, bilmeseydim eğer sığamazdım dünyaya.

Uzun zamandır taşın altında saklanan, buradaki insanlara benzemeyen bir insan yüzüne rastlıyorum. Adını bilmediğim otlar bürümüş gözlerini. Mendilini veriyor, mendilinde kan. –Beyaz mendilime sildiğim ilk yara- Yara izi “Ben kurtuldum” demektir. Burada bizimle beraber, ölüleri gören, ölüleri gömen ellerden başka eller de varmış. –Ellerim hatırlıyor- Alacağım cevaptan korkmasam eğer ona bir şey soracaktım. Oysa deniz sorulmaz. Suya atsam suyun yadırgamayacağı bir acıyla ben artık yüzümde beş bıçak yarası taşıyorum.