Otobanda unutulmuş bir çiçeğin,

Sözgelimi aklını yitirme istemi ile hep irkildim.

Telefon ahizesine sinmiş baharın kokusunu da iyi bilirim.

Sezaryen doğumların hafızasına kazınan…

Mübalağa ediyorduk eski bir zamanda, eski bir dostla.

Aynadır insan, bir hayli çok az insan.

Pekâlâ, kucaklayabilir hiç bilmediği düşleri diyordu kendileri.

Aidiyet ve uzak kaderler istemi,

Değildir hiçbir şairin temel hayat felsefesi diyordum benden izler taşıyan deniz kumlarını ayıklar gibi.

Bir an öylece durdu, eksik bir dostun eski zamanlardan kaçması ile örtüşen, soru yağmurlarından ıslanmak istemiyormuşçasına çıplak ayaklarıyla koşmasıyla hikâye son buldu.

Hala orada mısın?

Gün ışıdığında belirtisi kalmayacak derinde,

Ürpermiş bebek tenindeki nokta izlerini okşuyor musun? Dedi.

Tebessümlerini esirgemeyeceğin bir gerçekliğe sahip olduğunu düşünüyor musun? Sürekli…

Cevabını yaşadığın vektörel soru simgelerinde ruhunu çarmıha geriyor musun? Peki?

Dalgındı, duruldu, durdu ve devam etti.

Bazen, sıklıkla, kısmi derecede ara ara,

Şimdilerde ve dilediğin kadar geçmişte,

Sivil baykuşların ve televizyon reklamlarının,

Ayakkabılarını silmekle meşgul ilk aşkının yerini doldurduğunu görüyordu sanki?

Nasıl ve nerede ağlamak istediğinin yanıtsız sarhoşluğu içerisinde,

Zaferin ve yenilginin aynı kentlere yolculuk etmeleri,

Aynı yastığa baş koymaları, aynı gerdek salonunda farklı bir sevişmeye sahip olmaları bile

Ne etten, ne kemikten, ne de fiziksel bir denklemden kurulu ‘’ah tanrım’’ cümlelerinin içini boşaltıyor ve bayat bir kahvaltı masasında Parkinson hastalığından mustarip dertlerimizi anlatmamıza yetiyordu.

Akıl kütüphanelerinde, rafların yerle bir olması, orta şekerli bir deprem sallanması ya da hayran olunmak için yaratılmış bir yaşam deneyiminin mimarı herhangi şahısların şuradaki bireyleri temizleyebilir miydi? Bilmiyorduk…

Kirlenmiş bir vicdan,

Öpülmeye kıyılamayan kokuşmuş et parçaları,

Pahalı gelinlikler ve ruh takası…

‘’Artık iyi biri değilim’’ harfi, kelimesi ve cümlesinin dudaklarımdan süzülme halinden,

Puslu ve gözlüksüz bakılan bu gözlerden yani,

Otobüs camlarının içinden geçen ve emekli devrimci bir albayın yüz çehresine bir tebessüm gibi yerleşen soru ve cevaplara geçtik mi?

Kötü insanların sorusu olmaz,

Sonsuz gücün ve bilginin evrensel yasaları ise, iyi insanları asla doyurmaz.

Hiçbir örnek, cennetini yitirmiş bir aşığın çaresi olamayacağı için, köhnemiş odalarda, cilalı tren garlarında, yakın bir zamanda, renkli mizah kafasına sahip sahici bir dostumla,

Genç ve ölümlü entelektüel Simmel kardeşimize geçtik.

Zekâ babası, yeryüzündeki tüm unutulmuş çiçeklerin otoban ortasındaki dramasının kaba yazarına,

Cilt kanseri Meksikalı Leinali ve

Acının müzisyeni Caudal’in gözyaşlarını,

Atacama çöllerinde susuz kalmış bir geyik gibi

Kanayana dek içtin mi?

Sorularıyla akşamı devirdik anason kokulu masalara…

Girişlerin belirsiz bir yöne doğru kayması ve hiçbir zaman bir sonuca bağlanacak olmamasına,

20 bin fersah ötedeki bilim gözlemlerinin yanı sıra,

Porajmos kırımı,

General Francisco Franco kırması ve 21.yüzyılın hıyar tarihçi bozuntularına ne kadar canımız sıkılırsa o kadar sıkıldık işte.

Veya böyle…

Nefret kasırgasına yakalanan tüm çiçekler için dilenen özürler.

Anlık depresyon halleri,

Delilik güzellemeleri,

Küçümsendi.

Büyük saatlerin iç açıcı imgeleri yalnızlığın sunağında demlendi.

Ağır ağır düşmedi.

İlk mastürbasyon deneyimi sonrasında tüm özürler iade edildi.

İyi uykular,

Konuşma bitti