Işıklar kapandığında gümüş yaldızlı kitaplar açılır. Hiç yazılmamış mektupları buradan okuruz. Kapalı kapıları açmanın bir yolunu her zaman buluruz. Sonu gelmez uzun kafileler geçer içimizden. Çıplak ayaklı bir kadın taşır sırtında ruhumun haykırmak arzusunu. Bugün değilse yarın sükûtu bir bıçak gibi saplayacaklar boğazıma. Kızıl bir kuşkanadı usulca uzanacak göğsüme. Başıma gelecekleri düşününce kalan son kurşunumu çıkarıyorum namludan, onu daha dehşetli günlere saklıyorum.

Üç sıska bülbül konuyor dala, tutup mendilime işliyorum. Adları, yaşları ve onları bekleyen ölümleriyle üç sıska bülbül. Sevgili dünya; zamanın, sesin ve rüzgârın uyur gibi olduğu, ayın dibi kalaylı bir tencere misali gökte durduğu buna benzer bir başka akşam, ikimizden birimiz burada olmayabiliriz. Yitmekte olan son sıcaklığımla birlikte sesleri; hep senin seslerini duyuyorum. Acı çekmeyen ya da acısını dışarı vurmayan bir söz, insanların yazgısı üzerinde yedi kıtada hüküm sürüyor. Rüzgârlarla kâh açılıp kâh kapanan bağrımda İbrahim bir taş buldu. Dağlar inim inim inledi. Şimdi benim tuzlu sulardan eser kalmayan yüzümü bir aynada görmem gerekir.

Damla damla eriyen bir türbe mumu misali tükenen günlerimiz geceyle birlikte yok hükmündedir. Mümkünlüğüne inandığım bir başka hayat uğruna ardımda bıraktığım yollar karışıyor birbirine. Geçti dokuz yıl aya baktığımız gecenin üzerinden. Nereye gitsem beni bulacaklar, İbrahim’i vurdular. Denize döküldü kanlar ve şaraplar. Sanma ki tüm bunların günah olduğunu bilmiyorum. Ben, kaburgalarım arasında ateşten bir yürek taşıyorum. Sevgili İbrahim, görüyorum ki görmüyorsun; sen ölmedin, seni öldürdüler. Eğri büğrü dallarıyla eğri büğrü ağaçlar bozuyorlar göğün ahengini. Ben artık ne kimseye gözlerimi veririm ne kimseden gözlerini isterim.