Gregor: “Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüz olmasına rağmen, derin bir iç çekiş ile, bazen
bir pencere önünde ya da bir ürünü birine pazarlarken, bazen güneşin altında hüzünlenme denemeleri yaparken, ne için gittiğimizi bilmediğimiz bir işin veya okulun yolundayken bitiriyoruz sabahları ve zihnimizin belki de en ücra köşesinde bir soru var ‘kendimi başkalaştırabilir miyim, kendimi dönüştürebilir miyim?’ yarın sabah uyandığımda yine işe gideceğim ve bir sabahın daha ellerimden kayıp gittiğini seyredeceğim. Yazdığım bu gece notlarının sonuna geldiğimi hissediyorum. Bir başka zihinle sabahları tüketmeye devam edeceğim. Benim adım Gregor Samsa, suskunluğumun sebebi yaşamı kabullenmiş olmam değil, sadece çaresizim…”

Galata. Gece sisi kulenin duvarlarından seke seke aşağıya inen rüzgârla dört bir tarafa dağıldı. Bir adam kolunun altına sıkıştırdığı içinde güzel bir kadının resmi bulunan çerçeve ile Galata Kulesi’nin karşısında durdu. Şişhane sokak tabelasının altında bekliyordum. Tepemde ‘z’ harfinin yanıp söndüğü Zincir Pazarlama dükkânının reklamı vardı. Adam başını kaldırmış kulenin tepesini izliyordu. Sokağın karşısındaki sabahçı kahvesinde yorgun gülüşmeler, çay isteyip içmeyi unutan adamlar, pencereye kafayı yaslayıp sabahın haber getirmesini bekleyen insanlar vardı. Sis git gide yoğunlaşıyor, gözüme bir perde gibi çöküyordu; yani birazdan adamı da sabahçı kahvesini de kaybedecektim. Yine başlıyordum, geçmişime onlar sayesinde sorular soruyor, daha çok soruyla dönüyordum. Hadi bakalım deyip, Gregor’un yanına gittim. Bir süre onunla kuleyi izlemeye çalıştım ama bu beyazlık görmeyi engelliyordu. “Ben gelmeyeceğim,” dedi. “Burada durmalıyım ve olması gerekenler gibi yaşamalıyım. Her eylemimin sonunda gereklilik kipi olmalı ve yalnız ölmeliyim; belki sırtımda yine bir elmayla, belki de bir kanepenin gölgesinde; ama yalnız ölmeliyim, çünkü benden istenen bu ve ben onların istediği gibi yaşamalıyım.” Kendisinin normal halini burada görüyordum, yakışıklı adamdı, gözleri hafif kıvrak yapraklar gibi çekik, yüzü yeni açan yaseminler kadar soluktu. Gözlerinden anlaşılıyordu ki dünya zihnini hâlâ dönüşüme zorluyordu. Bir defa olsun arkamı dönüp gitmeyi düşündüm. Benim de kaderimi çizen bir kalem vardı ve yorulmuştum. Kendimi bıraktığım anda kaderimi ellerimden alacaklardı. Onlar gibi olsaydım eğer çarşılar yeterdi bana, akşamları televizyon karşısında birkaç bardak çay yeterdi, kaderimi bırakmış olsaydım eğer, sabah sohbetlerinin ardından gün boyu verilen düzende çalışmak yeterdi ama devrimin insanın kaderinde olması gerektiğini biliyordum. Ben her sabah hüzünlü düşlerimden uyanıp aynaya baktığımda başka birinin yüzünü görüyordum. Gregor’u yalnız bırakamadım. Çerçeveyi kolunun altından alıp ayaklarımızın dibine koydum. Ellerimizi göğsümüzde kenetledik ve sisin görüşü yok ettiği bu gecede ışığın beyaz dumandaki dansını seyrettik. Oysa ötesini görmeyi hedefliyorduk ve yine de göremiyorduk. “Grete ile tanıştın mı?” “Hayır” “Ölümümden sonra mutlu olabildiler mi acaba?” Hâlâ dönüşümünün dışındakileri düşünüyordu. “Bana mutluluktan bahsetmemelisin, anısından rahatsız oluyorum.” gülümsedi, “Yaptıklarımı zorunda olduğum için yapmadım,” sis omuzlarımızın arasına giriyor, anbean birbirimizi kaybediyorduk. “Sadece teslim olmak istedim. İlk başta biraz para kazanmanın huzuru ile doydum ama sonradan sonraya kendimi kaybetmeye başladım ve bedenime zincirler gerildi, dayanamıyordum ve ben de teslim olmak istedim.” birbirimizi kaybetmiştik ama nedense kafasını bana çevirdiğini hissediyordum. “Teslim olduktan sonra sadece o günün bana getirilerini yerine getirdim ve hiçbir şey hissetmedim. Yaşamak için çaba sarf etmedim, düşünmedim ve bilincim sarsılmaya başladı. İçimde insan olan biri vardı ve o harekete geçti. Beni dönüştürmeye başladı ve ateşli bir gecenin ardından dönüşümüm tamamlandı. Ayaklarımdan şikâyetçi değildim ve sabah uyandığımda işe gitmenin peşine düştüm. Neden biliyor musun? Yapmamız gerekenler zihnimi değil, bedenimi zincirliyordu. Galiba bu yüzden bedenim dönüşürken zihnim aynı kaygılar içinde kaldı ve ben bir kanepenin altındaki karanlığa itildim.” Bu sisi dağıtacak derin bir iç çekişi, bir farkındalığı bekliyordum. “Kendi gerçekliğimizle yaşamanın vakti gelmedi mi Gregor?” sis sakin sakin kaçışmaya başladı. “Her şeyi iyi yanından görmemizi istiyorlar, senin yerine biz hazırladık sen sadece boyun eğ diyorlar. Farkında olmuyoruz rüzgârın yüksek ağaç tepelerindeki yaprakların üzerinden atlayışının, alacakaranlığa dönmek üzere olan bir akşamüstünde; ağaç dallarından ve gökyüzünden sokağa inen kokunun, pencerelerden yayılan yemek kokularına karışmasının farkında olmuyoruz,” sis iyice dağılmış beyazlığın gözlerimize perde indirmesi geçmişti. Sabahçı kahvesindeki gülüşmeler kesilmişti. Pazarlama dükkânının tabelasında bütün harfler sönmüştü. Yanımızdan bir kadın ağlayarak geçiyordu ve ben ona dönüp “Niçin ağlıyorsun, mutlu değil miyiz?” diye sormak istiyordum. Sürekli bir gölgeyi arıyorum, belki de benim yazacağım yasemin kokan bir gölgeyi aramalıyım. Galata Kulesi’nin ihtişamından yayılan ışıklar nihayet tenimize direkt temas etmeye başladı. Durumumuzun güçlüğüne karşın, çünkü zihnimiz dönüşüyordu, gülümsemekten kendimizi alamıyorduk. “Belki de farkındalık o kadar iyi değildir, ne dersin? Hem biz neden farkındayız diyoruz ki, sadece korkak olamaz mıyız?” Gregor başını yere eğip sırıtmaya başladı ve son cümlesiyle bileğimize kadar gelen ve yeryüzüne temas etmemizi engelleyen sis de arka mahallelere doğru yol almaya başladı.

“Oysa peşinden koştuğumuz inançların ihtimalleri sayesinde ayakta kalıyorduk.”