‘’en sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden’’
-i.ö
çoğu öykünün karakterlerden birinin, çoğunlukla ana karakterin, yataktan kalkmasıyla başladığına önceki öykülerden birinde değinmiştik. şartlar artık daha farklı ve kendimizi tekrar etmemek adına da öyle başlamamak gerek. o yüzden böyle bir başlangıcı daha uygun buldum. diğerlerinden farklı olarak bu defa yattım, uyumak için, tek başıma ve loş bir ışığın eşliğinde.
uyurken ellerimi ceplerime soktum, rüyamda bilmediğim bir sokakta yürümek zorunda kalırsam hazırlıksız yakalanmak istemiyordum ve uzun zamandır rüyamda nereye gideceğime kendim karar vermek istiyordum. belki öyleydi ya da değildi, hayatımda birçok şeyin kararını ben veriyordum ya da öyle zannediyordum, arkadaşlıklar, uyuduğum zamanlar, yemek vakitleri, zaman zaman beslediğim nefretlerim yahut kimi seveceğim, bunların diğer bir yüzünde de aşk, ben karar veriyorum zannediyordum.bazen biliyordum ve bu yanılsama dediğimiz şey de böyle işler zaten, bazen bilirsiniz. işte şimdi, biliyorsun: çünkü sana anlattıklarımı yazıyorum, iki yolum olmalıydı, bahsetmekten şu an için geri duracağım iki yolum. kötü zamanlardan geçiyordum çünkü, sokaklardaydım ve ellerim ceplerimde dolaşırdım, adeta salgından önce önlemimi almıştım. güzel kitaplar okuyamıyordum, ben de istedim ki rüyalarım hayatımın nereye evrileceğini göstersin.
üçüncü nesil kahvecilerin birinde oturuyordum. Büyük yazarların çoğu kendini bir mekanla özdeşleştiren insanlardı, bunun şart olduğunu düşünmesem de işe yarayabileceğine dair umudum vardı. dört gün üst üste aynı yere gitmişim gibi iyi biliyordum mekanı, aurasını, kitlesini ve fiyatlarını. ne kadar zamanda bir, bir isteğiniz var mı, diye sorduklarını da. üçüncü nesil kahvecilerdeki yaygın tutumun aksine self servis değillerdi. bir kadın. hep bir kadın olur zaten bir hikayede. anlatan kadın olmazsa anlatılan kadın olur. aşk olmak zorunda değil, bir kadın oturuyordu farklı bir masada, haliyle. telefonuna mı bakıyordu, kitap mı okuyordu yoksa dizüstü bilgisayarından editörü olduğu derginin işlerini mi yürütüyordu, yoksa bana mı bakıyordu, şiir mi yazıyordu, belki de illustrator’dan çizim yapıyordu. belki sözcü gazetesinin internet sitesindedir, yok değildir, bu kadın kesin adblocker kullanıyordur, sözcünün sitesine anca reklam görmek istemeyenlerin özgürlüğüne saygı duymadığına küfretmek için somut nedenlerle karşılaşmak gerekliliği hissettiğinde girer.
kalktı, hesabı ödemek için kasaya yöneldi. çantasını da almıştı yanına. bahçeyle içeri arasındaki sınıra oldukça yakın oturuyor olmasına ve kasanın da bu sınırın kendisinin bulunmadığı tarafta ve aynı uzaklıkta olmasına rağmen bu kadar tedbirci davranmış olması dikkatimi çekmişti. zaten bir kadının veya bir erkeğin, ‘’edebi tahlillerde’’ bulunan bir insanın dikkatini çekmemesi çok olağan değildir. var olan mekanlar açık pazarlardır, yazarların ekmek kazanma yeri. biri demişti, yazacak hiçbir şey bulamıyorsan birinin arkasına takıl ve onu gün boyunca takip et, yaşadıklarını, verdiği selamları, duruşunu, bakışını, yürüyüşünü falan anlat. mantıklıydı. bazen insanlar takip ederdim ama genellikle iki üç dakika içinde gözden kaybederdim. birçok insanın arasına girdiklerinde onları seçemezdim. onlardan biri olmak/sıradanlık veya kalabalıklara karışmak/sürü psikolojisi temelli eleştiriler gibi bir şey de değil, sadece karıştırırdım. çok dikkatli olduğum, gözlerimin iyi seçtiği zamanlar geride kalmıştı. artık dalgındım, sadece dalgın.
‘’öyküler birkaç yöntemle yazılır, bunları tek tek anlatmayacağım. hepsini tecrübe etmek önemli. aynı zamanda öykü yazmanın bir el kitabı da yoktur. eğer özellikle yayımlanmak istediğin bir yayınevi veya dergi yoksa şablonel -böyle bir kelime var mı bilmiyorum- öyküler yazmana gerek yok. yazdığın şeyleri fanzinlere yollayabilirsin. bu senin yayımlanmakisteğini bastırır, hem de etiketlerden kurtulmanı sağlar. çeşitli etiketleri edinememek, bazen onlardan kurtulmaktır. ben hayatım boyunca böyle yaptım. bazen içinden çıkamadım bazı şeylerin, veya geri duramadım. deforme oldum.’’
hesabı ödeyişinde gideceğinin izleri vardı. saniyelik bir bakış attı bana, kartla ödeyeceğim hesabı cebimdeki son nakitle ödettirecek merağı uyandıran bir bakış. son naktimi bardağın altına sıkıştırıp ayrıldım mekandan. sigara almak için karta uygulanan ek ücreti ödememek imkanım kalmamıştı artık. yine de migros aradım. gözlerimle migros. ya da a101, şok falan. arayışımın yanında kadını takip ediyor ve yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu düşünüyordum. geçmişte yazdığım birkaç öykü geldi aklıma. hangi derginin editörüydü acaba. bugüne kadar pek yayımlanmadım. taşralı çocukların ulusal dergilerde kendilerine yer bulduklarında şehre inip o dergiyi edinme heyecanlarını yazmak istiyordum. yaşamadan yazabilir miydim? İçinde olunması gereken uygun bir psikoloji mi vardı intihar mektubu yazabilmek için? acaba derginin kapağı nasıldı? bu sayıya kaç konuk almışlardı ve ekipten yazmayan var mıydı?
‘’yanlış kısayolları kullanmak bazen hataya sebep olur. yanlış zamanda kısa yollar tercih etmek de öyle. dijitalleşen çağ aslında adapte olmakta zorlanacağımız bir şey değil, kendimizi geri tutmayalım, hangi yaşta olursak olalım’’
keşke benim öğretmenim olsan.
bazı kişilerle aynı ortamda soluyor olmaktan -dünya/ankara/çankaya/bazen izmir/okul/fakülte/sınıf/postane/üçüncü nesil kahveci/kızılay/taksim/kadıköy/ kırmızı kedi kitabevinin herhangi bir şubesi/sponsorsuz yayınlar/az bilinen twitter hesaplarının takipçiler kısmı- çok mutluyum.
hayatta kendimize çeşitli mutluluklar yaratmalıyız. kendime ayırdığım sürede bunu öğrendim. biraz az bir süre ayırdığımdan düşüncem bencilcedir.
kadını takip etmeyi bıraktım. yaptığımı doğru bulmayışım kazanmıştı. doğru kişiyse yarın yine karşıma çıkar diyordum. neticede ben kovalıyordum, bir şeyler. belirli şeyler değil. hayat sürgit yolculuksa çeşitli kovalamacalar içermeliydi. ve ücretli izinler. işçiler de salgınlardan etkilenir.
‘’çok haklısın, ücretli izinler olmalı. ben gelmiyorum belki evet ama bana bir kolaylık sağlanıyor, daha doğrusu hakkımın teslim ediliyor olması, başkalarının hakkının peşinden koşmamamı gerektirmez.’’
keşke benim öğretmenim olsan.
‘’şöyle sonlandırayım diyeceklerimi, bazen bir duvar görürsünüz, o duvarın üzerinde ya bir klip oynatılır, ya bir görsel bulunur ya da bir söz yazılıdır. bunlardan anlam çıkartmak pek de fena bir tercih olmaz.’’
ben o gece rüyamda bu duvarı gördüm. farklıydı o gece duvar, şimdikinden. şimdi şöyle:
‘’Kısa Pantolon Paslı Çakı Dizde Kabuk Bağlamış Yara Kısa Çakı Paslı Pantolon Gözde Yarası Kalmış Kabuk’’
o zaman farklıydı.
migros. sıraya girdim, sosyal mesafeyi koruyarak. insanlar birbirlerinden kaçıyordu ve oldukça komikti. girdiğim buhrandan çıkmam için böylesi bir şey gerekiyordu, her şeyin durduğu/durayazdığı veya kör topal yürüdüğü, gerçek bir ütopya. dünya durmuştu. herkes kendi için durmuş gibi hissetmekte özgürdü.