Bu küçücük mağaranın içini ağaçlardan sızan öğlen güneşi aydınlatıyordu. Sapkınca oynaşıyorduk. Bir anda dudaklarını dudaklarımdan çekti, altın saçlarını toparlayıp beklememi söyledi. Çantasını yoğun hışırtılar eşliğinde karıştırdı, istediğini bulduğu anda hışırtılar kesildi. Bana döndü ve ucu büyükçe bir siyah kalem uzattı. 

 “Sevgilim, aşkımızı bu mağaraya yazalım. Fakat isimlerimizle yazmayacağız bunu. Seni seviyorum kelimesini ikimiz beraber yazacağız ve bu yazı mağarada hiçbir zaman silinmeyecek.”

 Başımla onaylayınca kalemi uzattı bana. Yazmaya davranmadan birkaç saniye yüzüne baktım, altın saçlarına baktım. Son bakışım gibi baktım, aklıma kazıdım onun her zerresini. Kafasıyla yazıyı gösterince kendime geldim, yazıya baktım, güneş ışığının geldiği bir boşluk buldum, ‘seni’ kısmını yazdım ve kalemi ona uzattım. Kalemi aldı ve özensizce ‘seviyorum’ kısmını yazdı. Kalemini bırakıp bana baktı, güldü. Dudaklarıma doğru yaklaştı fakat hemen öpmedi beni, biraz baktı. Benim ona yaptığım gibi o da beni içine çekti, bunu içimde hissettim. Beni öpmeye hazırdı artık, yaklaştı.

***

 Bugün ile beraber ard arda yirmi gündür görüyorum bu rüyayı. Çocukluğumda kafamdaki şeytan tasvirini gördüğüm yirmi günden beri ilk defa bir rüyayı bu kadar fazla görüyordum. Aslında bu rüyanın yıllardır içimde hasıraltı ettiğim bir sızı olduğunu biliyordum. Daha fazla görmezden gelemezdim artık bu sızıyı. Rektörlüğü ve tezlerinde danışmanlığını yaptığım Björn ve Sigrid’i arayıp birkaç gün memleketimde olacağımı söyledim. Akademik hayatım boyunca izin kullanmadığım için anında verildi iznim. İlk kalkan uçağa biletimi aldım. Evim Oslo havalimanına yakın Nordkisa’daydı. Hemen attım kendimi evden.

 Havalimanı boştu, hızlıca kontrollerden geçip uçağıma bindim. Kahvaltımı etmeden çıkmıştım, uçaklar servislerine başladığı anda fazlaca yemek söyledim, hepsini sıra sıra yedim. Bugün stresli geçecekti, fazlaca yemeğe ihtiyacım vardı, yoksa bugünü sağlam bir şekilde atlamam. 

 Pasaport kontrolü sırasında tanınmam zor olmuştu. Halihazırda uzattığım yedi aylık sakalım yedi polisin beni incelemesine sebep olmuştu. En sonda dilimizden konuşmaya başlayınca polisler bana artık öcü gibi değil bir ağabey gibi bakmaya başlamıştı. Hemen pasaportuma damgayı vurup ülkeye girişimi onayladılar. 

 Memleketten isteyerek ayrıldım ve ayrıldığımdan beri hiç memleket hakkında haberleri okumadım. Geçebildiğim ilk gün Norveç vatandaşlığına geçtim hatta. Oslo Üniversitesinde toplumbilim öğretmeni oldum, profesör olmama ramak kaldı. Fakat ben, memelektimde yirmi beş sene önce beraber olduğum bir kadının yüzleşmek için dönüyordum. Bir mağaraya gitmeye ne kadar yüzleşmek denebilirse tabii.

 Havalimanından şehir merkezine gitmek artık daha kolaylaşmış durumda. Hemen yana bir metro hattı kurulmuş. Fakat ne pahasına?

 Metronun sekizinci durağı olan Nanakadın durağında indim. Mağara yaklaşık iki sokak ilerideydi. 

 Yirmi sene önceki renkli ve farklı binalar yerini basit, birbirinin aynı ve “modern” tasarımlara bırakmıştı. Neyse ki uçağı beklerken araştırmamı yapmıştım, yolumu hiç karıştırmadan ufak bir yürüme ile mağaranın olduğu yeri bulmuştum.

 Mağaranın bulunduğu yer eskiden bir ormandı, birbirinden güzel ağaçlar vardı içerisinde, bolca oturaklar vardı, çardaklar vardı ve sahile nazır bir ormandı. Zamane gençleri hep bu ormana gelir ve gün batımını izlerlerdi. Buna biz de dahildik tabii. Fakat artık o kocamandan sadece üç ağaç, yirmi veya otuz metrelik bir arazi ve ağaçların içerisine gizlenmiş mağara vardı. Mağaranın sahile doğru kısmı tamamen apartmanlarla döşenmiş, sol tarafında ise metro yolu vardı. Eskinin ormanının ortası olan burası şimdinin kentsel dönüşüm hatası olmuştu. Burayı tesadüfi bir şekilde unutmuşlardı. 

 Mağaranın yerini internette görsem de gerçeklikte biraz aramam gerekti. On dakika kadar uğraştıktan sonra buldum mağaranın yerini. Cebimden feneri çıkarttım ve kentin içerisindeki bu küçük cennete doğrulttum. Düşündüğüm şey gerçekleşmişti. Mağara keşfedilmiş ve  yazılan yazılarla yok edilmişti. Her yerde sigaralar, bira şişeleri ve sayamayacağım garip çöpler vardı. Bu tezimde anlattığım şeyleri doğruluyor: İnsanlar içine girdikleri her kuralsız alanı sabote etmeye meyilli varlıklardır. Bu durumun gerçekleşmediği bir ihtimal yoktur. Sabote etme özelliğimiz her insanın kanında farklı derecelerde yatmaktadır.

 Zor da olsa yazdığımız yazıyı buldum. Yazının yanına oturdum biraz, yorulmuştum. Kendimle yüzleşiyordum, onunla yaşadıklarım film şeridi gibi geçiyordu zihnimden. Yirmi beş yıl boyunca değişken bir şekilde onun acısını çektim.

 Ne kadar geçtiğini bilmediğim bir zaman zarfı sonrasında cebimdeki siyah kalemi çıkardım, yazdığımız yazının altındaki boşluğa yazdım:

 “Bir kişiyi özlemenin sebebi ya onun ikinci kez gerçekten elde edemeyeceğin statüdeki insanlar olmasıdır ya da onunla yaşadığın deneyimleri artık kimse ile yaşayamıyorsundur. Seni hâlâ seven sevgilin.”

 

Berkin Zobi