Çengelli bir y yüzünden incinmiş ucuna bakan kalem, hemen yanıbaşında, kağıtlar da öyle. Bilincini kaybedene kadar hep bir şeyler yazdı. Bu kağıtlarda bir çapanoğlu var daha çok yazıyorum emip yok ediyorlar deyip kuşkuyla bakıyordu, hastane kantininden aldığımız teksirlere. Kısır kağıt getirmeyin bana diye tutturmuştu en son, hangi kağıdı versek bu da kısır bu da kısır deyip fırlatıp atıyordu. Yazdıklarım kâğıdın üzerinde çiftleşmeli ve harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri doğurmalı diye bağırarak inletmişti bu kasvetli koridorları. Eskinin bereketli paragraflarını aramak için hastane bahçesinde dolandık geçenlerde, bu sayede temiz hava aldı biraz, kısa sürede yoruldu.” oturalım şu banka” dediğimde öyle bir bakışı vardı ki, ayağım acıyor ayakkabıdan diye bir yalan uydurmak zorunda bıraktı beni. Daha iki dakika olmadan da oturduğumuz yerde uyuya kaldı.
Bitkisel hayata girmiş dün, yaprakları arasında dolanıyoruz tüm sevenleriyle, hayat memat meseleleri ile işi olmazdı sağlığında, “ben sadece yaşarım” derdi, tıpkı şimdiki gibi. Sanki bitkilerin arasında uzanıyor, göğsünde kıpraşan nefesi cılız, çocukluğumuzda sıskalığından solucan diye çağırdığımız zamanları yâd edercesine. Biliyorum ki kolay teslim olmaz, ölmez o, daha yazacak çok satırı var ve içecek çok rakısı. Bu serumlar, bu ilaçlar şimdilik, hepsi şimdilik. Bu yatak, bu iğne, bu sarı duvarlar, hepsi şimdilik…ölmedi o ölmeyecek.
Bunaldım, aşağıya hastanenin kantinine indim,çok kalabalık, ne çok hasta yakını var ve ne çok yakınıyorlar, her yanımda iniltileri, dayanamadım yarım bıraktım çayı, avluya çıktım sigara içiyorum, ılık bir rüzgar esiyor, yavaş yavaş götürüyor karanlığımı, kapadım gözlerimi güzel günlerin hatırına üflüyorum dumanı, rüzgara karşı,rüzgarla beraber ve hafifliyorum günlerdir olmadığım kadar.Zamanın olmadığı anlardan biri bu, ne öncesi var ne sonrası sadece rüzgar ve ben varız, şimdi o olsa ne de güzel yazardı bunları diye aklımdan geçirmemle birden sesler yükseliyor ve avluya dönüyorum rüzgarın götürdüğü yerden.
Yukarıya çıktığımda, bekleyenler başımız sağolsun dediler, kaybetmişiz, kızı ağlıyor. Kapıyı açmamla içerideki hemşire kapatın kapıyı dedi, son bir kez görücem arkadaşıyım deyince ses etmedi, kolundaki serumu çıkarıp ilaçları toplamakla meşgul.
Yüzü hiç ölmüş gibi değil, günlerdir de böyle duruyordu zaten. Elini tutuyorum son kez. Susuyoruz o da ben de. Hemşire pencereyi açıyor, rüzgâr yine o rüzgâr, geliyor ve sarıyor bizi,” müsaade eder misiniz artık” diyor başımı sallıyorum, pencerenin arasından alıp götürüyor onu, arkalarından bakakalıyorum.
“Ama hâla duruyorsunuz lütfen çıkın artık” diyor hemşire, avucumu sıkıyorum içinde eli yok, boşluk var. Çıkıyorum odadan, dışarıda ağlayanların arasından geçip aşağıya, avluya iniyorum yine. Hemen yüzümü okşuyor rüzgâr, avutmaya çalışıyor beni, kapıyorum gözlerimi ve elimdeki boşluğu daha çok sıkıyorum, o an anlıyorum solucanın öldüğünü, Solucan artık yok, öldü o.
Gözlerim bir anda doluyor ve hiç ağlamadığım kadar ağlıyorum şimdi. Tutamıyorum kendimi, sürekli süzülüyor yaşlar. İlginçtir genzimi yakan anılardan çok, avucumda sıktığım boşluk beni ağlatan.
Mert Öztürk