‘’Yalnızım…’’ Bunca acı, tek bir söze nasıl sığabiliyordu…
Cezmi Ersöz – Şizofren Aşka Mektup
Hatırlıyorum. Kara kış vakitleriydi. Yani göğsümün üzerinde sallanacak beslenme çantamın olmadığı, olmayacağı vakitler. Daha güneşin doğmadığı saatlerde kirli kırmızı atkıyı gözlerime kadar çeker, babamın eskiciden aldığı sarı ve dizlerime kadar gelen lastik botla hemen diğer sokaktaki okula yürürdüm. Annem parası varsa kırk kuruşu poşetleyip cebime koyardı, bir başka teneffüste simit şalgam yapmam için. Geceden yağmur yağmışsa, insanların paçalarını temizleyen kara, bata çıka yürür; atkımın yırtık yerlerinden yere bakardım. Galiba hiç gökyüzüne bakmaya şansımız olmadı.
Bizim orada Vefasız duvarı vardır. Yıllar önce sevgililer orada buluşurlarmış. Bir gün gençler el ele dolunayı izlerken babalarına yakalanmışlar. İstihbarat ikisine aynı anda nasıl gidiyor orası meçhul tabii. Sorgusuz sualsiz ikisinin de kalbine mermiyi yerleştirmişler. Sonra tokalaşıp evlerine dönmüşler hiçbir şey olmamış gibi… Hep böyle anlatıldı, ne yazı silindi ne de mermi izleri sıvandı.
Benim zamanımda Vefasız’ın önünde köpek çeteleri olurdu. Sokağın sonuna geldiğimde bir bakış atar, geçiş izni alır, öyle ilerlerdim. Bilirdim bana saldırmazlardı çünkü bilirlerdi bende yağmalanacak bir şey olmazdı. Dışarıdan cesur yürek gibi görünsem de kalbim titreye titreye geçerdim. Hemen ileride Mösyö Şerafettin’in küçük şalgam dükkânı vardı. Bana verilen parayı ikinci teneffüste harcayacağıma, zile yirmi dakika varken orada yerdim. Simitleri Sağlık Ekmek’ten alırdı, şalgamı kendisi yapardı. Boyuna uzun taburelerde bazen kızlar otururdu. Hiç tanımadığım kızlar… Acılı şalgam içerlerdi, erkekliğimden utanırdım. Hala anlamamışımdır nasıl içtiklerini, ben bir yudum aldığımda o gün mahalleyi atletle koşarak turlardım. Mösyö Şerafettin simitten kazanmazdı. “Deyyus, derdi, ne olacak beş kuruş indirse. Yok evladım, yok insanlık bitmiş.” Evet, galiba her şey eskidenmiş.
Dükkânın önüne geldiğimde, köşede görünemeyen bir yer varsa oraya oturmak isterdim ama hep orta kısım boş olurdu. Bazen bir kızın yanı boş olur, utana sıkıla otururdum. Atkımı hafifçe aşağıya çeker ‘’ Mösyööö, bir tane sıpasyel verir misin?’’ diye bağırırdım. Tabii, sıpasyel. Adam hayatının uzun yıllarını Avrupa’da geçirmiş. Girişte şöyle yazar:
Yazılışı: Special
Okunuşu: Sıpasyel = Simit + Şalgam 35 kuruş
Simit şalgam dememize kızardı. Azıcık modern olmamız gerekiyormuş. ‘’ Hadi Mösyö’’ diye bağırdığımda içerden ‘’ Tamam lan patlama cünyır.’’ diye cevap gelirdi. Bu bağrışmaların ortasında kalan orta okulluysa bana gülümser ‘’ Tatlı şey. ‘’ deyip yanağımı sıkardı. İlk okulluysa gözlerime bakar ‘’ Seni tanıyorum, sen pencereden ‘Yalnızım ulayn!’ diye bağıran çocuksun…’’ der korkarak uzaklaşırdı. İşte o sırada gelirdi sıpasyel. Mis gibi sıcak simitten bir ısırık alır ve üzerine kan kırmızı şalgamdan ağız dolusu bir yudum… Dişlerimin arasında harmanlanıp yemek borusundan inerken ‘’ Bu adam büyücü.’’ derdim içimden. Büyücü çünkü aynı simidi bazı akşamlar babamda getirirdi ve tatlarının arasında hiçbir benzerlik olmadığına yemin edebilirdim. Şalgamdan her yudum aldığımda kızarmış havuç burnuma girerdi. Öyle dibine kadar değil tabi. Son yudumda havucu ayırır, bardağı kökler, simidi ağzıma atardım. ‘’ Oh be, derdim, bu lezzet için kim ikinci teneffüsü bekleyecek. Zaten yemesem dersi de dinlemem ki…’’ Dinleyemezdim de, pencereden dükkâna bakar, özlemle zilin çalmasını beklerken çakma devrimci ağabeylerin kullandığı kelimeleri sıralardım. O hiç anlamadığım kelimeler… Faşist, seküler, atayiz, vodka, ot, aşk… Bir de siktir lan vardı!
Zilin sesi gelirdi, havucu kırıp yedikten sonra sırtıma çekere koysan bir ton gelecek çantamla, başımı öne verip kolları iki yana açar koşardım okula. Beş kuruşu sevgilim gibi korur yedi tane biriktirdiğim gün ikinci teneffüste de yerdim. Karnımın şişkinliği ve naif şalgam kokan ağzımla İstiklal Marşı’nda yanımdakileri rahatsız ederdim. Ben bağıra tüküre okurdum da biraz. Sonra müdür çıkar, o bir türlü göremediğimiz klimalar için para isterdi. Bizde kafaları sallaya sallaya sınıflara çıkardık.
İkinci teneffüs yirmi dakika olurdu. Herkes beslenme çantasını çıkardığında bir tek Ramazan zeytinli ekmeğinden uzatırdı. ‘’Ben yedim.’’ dediğimde ‘’ Ne yedin oğlum al işte biraz.’’ derdi. ‘’Sıpasyel yedim, bir hafta yeter.’’ Beslenme çantalarının verdiği yalnızlıkla kalorifer köşesine çekilir alaca karanlık havada bahçeyi seyrederdim. Kızıl saçlı bir abla vardı, bir de önümde oturan kız. Ablayı her teneffüs izlerdim. İkisine de çocuk sevdalıydım. Ablanın ismini öğrenemedim bir türlü ama diğerinin ismi Mehtap’tı. İnsan çocuk sevdalılarını unutmaz. İnsan hiçbir sevdasını unutmaz, sevdanın ne demek olduğunu hissediyorsa. Düşündüm de acaba onun saçları şalgama benzediği için mi aşık olmuştum?
Kalorifer bacağımı yakardı, ben fark etmezdim. O, bahçede oyunlar oynardı. Bazen ağabeyler ona top atarlardı. Güzeldi, hatırlıyorum. Çocukluğumun kış günlerindeki sıcak soba kadar güzeldi. Bir başkasının yanında gördüğümdeyse sobalı odadan çıkıp yüzümü soğuk suda yıkamış gibi olurdum. Kıskançlık, galiba isim koymadan da var. Bu sarhoşluğumdan, öğretmenin ismimi haykırması ile uyanırdım. Eğer evde kocası ile tartışmışsa gelir iki tokat atar rahatlardı. Ben gülerdim. Hem vurduğu yer acıtmazdı hem de yüzümün mahcubiyetini kamufle ederdi. Sıralarımız öğlenci ağabeylerin çakı ile kazıdıkları cümleler ile doluydu. En arabeskinden, delik deşik. Kalemi fazla bastıramazdım kâğıt delinirdi. Kâğıt delinirse yenisi alamaz, delik kâğıdı öğretmene veremezdim. Verirsem bilirdim kafama inecek tokat sayısını. İyi kadındı aslında, bir de beni deneme tahtası gibi kullanmasaydı… Bazı günler saçlarını boyatıp gelirdi, yüzünde gülücüklerle sınıfa girerdi. Hepimiz ayakta onu beklerken masaya gider çantasını bırakır defteri kurcaladıktan sonra karşımıza geçerdi. Gözlerini bana dikerdi, ben anlardım ‘’Bugün sen bile moralimi bozamayacaksın’’ derdi. Benim yaptığım hiçbir şey yoktu. Onlar bu yaştaki sesliğimden korktular, sessizliğimin getirdiği sorulardan korktular. İnanmadılar o soruları cevaplayabileceğime. Zaten onlar, bildiklerine körü körüne inandıkları için soru soranların kafasına tokat attılar.
Ders başlardı, ben namı değer Ramço ile en arka sırada otururdum. Mehtap’ın saçına değil, saçının tellerine dokunurdum. Yine korkardım hissedecek diye. Parmaklarıma değdiğinde mutlu bir heyecan muştulanırdı kalbime. Zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım, dersi dinlemeye hiçbir zaman ihtiyacım olmamıştı. Çalışkandım. Evde ilk okul mezunu bir profesör vardı ‘’Annem.’’ Her konuya benden önce çalışır, sonra bana anlatırdı. Defterin yanında her zaman terlik olurdu nedendir bilmem ama terliği görünce gözlerimi ayıramazdım kitaptan… Doktorasını ağabeyimde vermiş, benle zirveye tırmanıyordu. Çok söylemiştim gel liseyi açıktan oku diye ama ‘’Yok, derdi, yoruldum.’’ Annem lise konularını da benden önce çalışırdı…
Yine zil çalardı, ben fark etmezdim. Ne hayal ettiğimi bilmiyorum. O yaştaki biri ne hayal edebilirdi ki sevdalısının saçının teline dokunduğu zaman? Ramço bilirdi benim yanık olduğumu. Öğretmen geldiğinde veyahut zil çaldığında elimi tutar çekerdi, ben kendime gelirdim. On dakikalık aramızda kantine koşar, biriktirdiğim beş kuruşluk varsa Ramço’ya az kaşarlı tost ısmarlamak isterdim. Sadık da peşimizden gelirdi. İkisi de kabul etmezdi dökülmüş çatılı kantinden onlara bir şey ısmarlamamı. Bahçede her koşuşturduğumuzda onu görürdüm, her gördüğümde ‘’Buralı değil bu…’’ derdim. Bizim evin karşısında cami vardı. Bir orada Allah’ın büyüklüğüne şahit olurdum bir de onun gözlerine baktığımda. Daha sonra kalbim attıkça şahit oldum ya neyse…
Bir gün, yine koşuşturuyoruz bahçede. Ufuk kovalıyor beni, Ramço sağımda. Yüzümü arkaya çevirmiş dikine yardırıyorum. Bir an bir şeye çarptım ve umudunu kaybetmiş boksörler gibi yığıldım. Kar ıslaklığına bedenimi kabul etti. Ağzıma kirli su sızmaya başladı. Gözlerimi açtım, her yer yine karanlık. Ne hissettiğimden habersiz kapattım gözlerimi. Derin bir nefes aldıktan sonra soğukluğu hissetmeye başladım. Bir daha açtığımda, bir çift derin mavi göz. Belki de anlattıkları o sonsuz deniz bu olmalıydı. Birileri kolumdan tutup kaldırmaya çalışıyordu ama zihnimin, kızıllığın yüzüme değdiği ve arasındaki maviliğin ölüm sevinci ile kapandığını anlamıyorlardı. Bir el yanağıma dokunuyor, kıpırdayan ağız bana hikayeler anlatıyordu. Galiba o sırada tek damla göz yaşım kara düşmüş ve bir başka yeryüzüne ulaşana kadar önünde ne var ne yok eritip geçmiş.
Ben iyiydim, çok iyiydim. Sonradan travma geçirdim. Birisi onu omzundan tutup geri çekti. Öğretmenim o korktuğum saçları ile yüzüme eğildi ‘’ Ne oluyor lan burada!’’ bakışı ile ayaklandırdı beni. Her şey bitmişti yine. İzin verilmezdi okullarda küçük mutluluklara yine izin verilmedi. Kafama yediğim tokattan sonra ‘’Özür dile çabuk ablandan.’’ Emri ile boynum bükük bir halde söyleneni yaptım. O, diz üstüne çöktü, eteğini düzeltti, parmakları ile çeneme dokunup yüzümü kaldırdı ve gözlerime baktı. ‘’Hiç önemli değil, sana bir şey olmadı ya?’’ dedi. ‘’ Ben iyiyim efendim, size çarptığım için tekrar özür dilerim.’’ ‘’ Bak sen küçük beyefendiye’’ deyip sarıldı bana. Bana sarıldı! Dizleri eteğinin altında kara değiyordu, kalbim acıyordu üşüyecekti. O sarılmanın bana verdiği huzur ve soğukluğun ona verebilecek rahatsızlığı çelişkisiyle hiç tatmadığım bir kaos yaşıyordum. Saçlarını yeşil sabun ile yıkıyordu anlamıştım. Anlamıştım çünkü o kokuyu unutamazdım. O zamanlarda fakirler yeni moda olmuş şampuanlar ile yıkanamazdı, para yetişmezdi. Demek onlarda fakirlerdi, fakir! İçimde aynı halde olduğumuzun mutluluğu ve halimizin genel acısıyla bir kez daha kaos yaşıyordum. Böyleydi, hep çelişkilerin getirdikleri ile yaşardık. Geri çekildiğinde ellerini yanaklarımın üzerine koymuştu. Sıcaklığın bu kadar güzel olacağını tahmin edemezdim. Baş parmağı ile göz yaşımı sildi. ‘’Neden ağlıyorsunuz küçük bey?’’ dedi. Kafamı hafifçe eğip, gözlerimi yere diktim ‘’Yalnızım.’’ dedim. Şaşırmış olmalıydı ki ağzı açık bir şekilde bana bakıyordu. Tek bildiğim kelime buydu işte, onu da sana verdim. Ne zaman canım acırsa ve biri sorarsa neden diye, böyle cevap verirdim. Tam konuşacakken zil çaldı. Doğruldu ve yok olurken ‘’Üzülme.’’ dedi, sınıfa gitti. Ben tepeden tırnağa ıslak halimle dört ders geçirmek zorundaydım. Eve gidemezdim, annem kızabilirdi. Hem öğretmenin izin vereceğini zannetmiyorum.
Ders başladı, lakırdılar başladı. Yine herkes umursamazlığın çılgın sokaklarında naralar atmaya başladı. Ben sevgilinin kumral saç teline dokunarak bir başka sevgilinin kızıl saçlarını düşündüm. O buralı değildi. Bir ara sayın öğretmenim tahtadakileri yazmamız için süre verip sıra aralarında dolaşmaya başlamış. Haliyle Ramço’da yazmaya odaklanınca unutmuş bizi. Ben satın alamayacağım düşler kurarken biri kolumu tuttu. Bu, Ramço değildi. O nazik bir insandı böyle parçalayarak alıkoymazdı. Öğretmenim ile göz göze geldiğimde, yeni yeni acım dinmeye başlıyordu ki yiyeceğim tokatlar acıyı alevlendirdi. Büyük bir yutkunmadan sonra parmaklarımı yavaşça çektim. ‘’Neden yazmıyorsun, çok mu biliyorsun?’’ dediğinde cevap veremedim veremezdim. ‘’Evladım susmasa, cevap ver.’’ dedi. Evladım diyordu ama öğrendiği vuruş tekniklerini üzerimde deniyordu, bu çelişkiyi de anlamamışımdır. İki parmağıyla ıslak mavi önlüğümden tutup geriye yasladı beni. Parmaklarımın nerede olduğu ile ilgilenmemiş gibiydi. Bunun rahatlığıyla derin nefesler alıyordum. Sahi, biz sevdamızı neden hep saklamak zorunda kaldık? İnsana sunduğumuz en değerli parçamızdan neden hep utandık, utandırıldık?
‘’ Çok biliyorsan, kalk tahtaya çöz bakalım.’’ dedi. Sırayı öne itip, uzun koridorda yürümeye başladım. Tahtaya yaklaşırken çözmüştüm soruyu. Bunlar hep sustuğumdan başıma geliyordu, biliyordum. Tebeşiri elime aldığımda, huylandım. Sevmezdim o lanet kuru şeyi. Gücüm olmadığından fazla bastıramazdım. Ciyak bir ses çıkar tüm sınıf irkilirdi. Soruyu hatırlamıyorum ama tahtaya uzun bir işlem yapıp, öğretmene döndüğümde kafasından çıkan dumanların sisli bir ortam yarattığına yemin edebilirim. Kollarını göğsünde birleştirmiş, bana bakıyordu. Hızla masaya geldi, bir şeyler karaladı.’’ Bunu annene ver!’’ dedi. ‘’Ceza olarak elli soru yazacaksın ve bundan sonra ben ne yazarsam sende defterine yazacaksın.’’ Diyemedim o defteri daha kaç sene kullanacağımı. Emirler, emirler, emirler… Düşünmemize hiç izin verilmezdi.
Kağıdı alıp, gururla sıraya doğru yürümem gerekirken yine boynum büküktü. Kaderden öte, otoriteler ezerdi bizi. Mehtap’ın sırasına yanaştığımda birden nefesim kesildi, gözlerine baktım yere yığılırken. Tutunmaya çalışsam da nafile…
Çok sonradan hastanede açtım gözlerimi. Annem yanı başımda, babamın koridorda volta atarken ki ayak sesleri kulağımdaydı. Sorguya dayanamazdım, gözlerimi kapattım.